Hakan Aksay

11 Ekim 2012

Üç siyasî liderin ceset düşmanlığı üzerinden oy avcılığı

Ve atlı arabanın arkasına bağlanan ceset, tam dokuz gün surların çevresinde dolaştırılarak herkesin gözü önünde parçalanır...

 

Ve atlı arabanın arkasına bağlanan ceset, tam dokuz gün surların çevresinde dolaştırılarak herkesin gözü önünde parçalanır.

Sadece bir savaşçı, bir komutan öldürülmemiştir; aynı zamanda korkunç bir şey daha olmuş, savaşta öldürülen kişinin cesedine saygısızlık yapılmıştır.

Savaş toprakları, yeni kanlarla sulanacaktır artık…

Bu kanlı toprakları iyi bilirsiniz. Truva (Troya). Bundan 3200 yıl kadar önce bugünkü Çanakkale kenti civarında bir krallık. Aynı zamanda Homeros’un yazdığı İlyada ve Odyesseia destanında anlatılan Truva Savaşı’nın yapıldığı yer.

Truva Kralı Priamos’un küçük oğlu Paris’in, Sparta Kralı Menelaos’un güzel karısı Helena’yı kaçırmasıyla başlayan savaş, on yıl kadar sürmüştü. Truvalılar’ın kaderi büyük öçüde Kralın büyük oğlu Hektor’a, Yunanlılar’ın kaderi ise Akhilleus’a (Aşil) bağlıdır.

Akhilleus, çok sevdiği kuzeni Patroklos’un Hektor tarafından öldürülmesine çok kızar (aslında Patroklos’un, kendini Akhilleus olarak gösterdiğinden dolayı yanlışlıkla öldürüldüğü söylenir) ve Hektor’u yalnızca öldürmekle kalmaz, bir de ölüsünü günlerce sürükleyerek parçalar.

İhtiyar Kral Priamos, kılık değiştirerek Yunan ordusunun karargâhına girer ve Akhilleus’a ulaşarak oğlunun cesedini vermesi için yalvarır. Ölüye karşı son görev mutlaka yapılmalı, cenaze töreninden sonra savaşa kaldığı yerden devam edilmelidir. Akhilleus, babaya hak vererek cesedi teslim eder.

*       *       *

O yıllar çok gerilerde kaldı. Aynı topraklarda ve komşu bölgelerde her ne kadar gelenekler ve din adına “ölüye saygı” söylemi sürse de, aslında vahşet sık sık ağır basıyor.

“Arap Baharı” adına Suriye’de Esad diktatörlüğüne karşı çıkan bazı muhaliflerin yaptığını videodan izledik. Halep’e bağlı El Bab bölgesinde, muhalifler öldürdükleri güvenlik görevlilerinin cesetlerini bir postanenin çatısından aşağı atıyor, aşağıdaki kalabalık da “El Bab'ın kahramanları!” sloganıyla onları alkışlıyordu.

Başka bölgelere gitmeye gerek var mı? Bizde 30 yıldır devam eden iç savaşta nice insan ortadan kaybolmadı mı, nicesinin cesedi çöplüklere, ıssız arazilere, karakol bahçelerine gömülmedi mi? Birçok insanın cenazesi engellenmeye çalışılmadı mı? Ölen Kürtler’in cesedi “leş” olarak nitelenmedi mi?

Daha geçen ay, Şemdinli'deki Güzelkonak (Harunan) Karakolu bahçesinde 8 PKK'lının ölü bedenleri önünde 44 askerin “hatıra fotoğrafı” çektirdiği ortaya çıkmadı mı? Daha sonra da bu “düşman cesetler”in Güzelkonak İlköğretim Okulu yanında uzun süre teşhir edilmesi de cabası.

Bu iğrenç “hatıra fotoğrafı”na bir de siz bakın isterseniz.

Ne diyorsunuz? “Kana kan, intikam mı?” “Ama onlar da bizim askerlerimize karşı terör eylemleri düzenleyerek bunu hak ettiler!” mi?

Bir dakika! Fotoğrafa bir kez daha bakın isterseniz.

Onlar ölü. Yani yaşamıyor. Ceset onlar. Onların savaşı sona erdi. Hayatları tamamlandı. Artık onların toprağa gömülmesi gerekiyor. Ve acılı ailelerine karşı son görevin yerine getirilmesi. Geleneklere göre de, İslam dinine göre de bu böyle.

Çünkü onlar için her şey bitti. Cansız beden onlar. Ve cesetler düşman olamaz.

Ceset üzerinden düşmanlığı ve savaş kinini körüklemek insanlığın en aşağılık hatalarından biri olabilir ancak.

Ölüme saygı duymayanın hayata saygısı olabilir mi?

*       *       *

Acımasızlığın kol gezdiği bu ülkede devlette uzun yıllar güvenlik görevlisi olarak çalışmış, 20 yıl istihbaratçılık yapmış biri, Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’in bir cümlesi gündem oldu:

- Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz.

Buydu Güven’in dediği.

Önce AKP’den Bülent ArınçGalip EnsarioğluMehmet MetinerAhmet Aydın, CHP’den Sezgin Tanrıkulu, BDP’den Sırrı Sakık, MHP’den Yusuf Halaçoğlu gibi isimler “insani bir tutum” olarak buldukları bu açıklamaya şu ya da bu biçimde destek verdiler.

Sonra…

Sonra liderler konuştu.

Kürt sorununun çözümü yolunda verdiği sözü, herkesin hükümeti olma iddiasını ve hatta pek sevdiği “yaradılanı severiz yaradandan ötürü” yaklaşımını unutanBaşbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Ölen terörist için ağlamayız biz” diye kestirip attı ve her zamanki üslubuyla ekledi: “Kalkıp da birilerini memnun etmek için böyle ifadeler kullanamayız. Bırakın siyasetle siyasetçi uğraşsın. Herkes kendi görevini yapsın.”

Son dönemde onca hata yaparak yalpalayan iktidara karşı bir türlü güçlü ve güvenilir muhalefet alternatifi oluşturamayan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan’dan geri kalmadı:

“Emniyet müdürlerinin görevi nedir? Toplumun güvenliğini sağlamak. Bu söylem başlangıçta insani gibi görünse de toplumu bölen bir söylemdir. Şehit aileleri ne diyecek buna! Emniyet müdürlerinin bu tür bir açıklama yapma gereği hiç yoktur.”

Her zaman “en sert çözümler”den yana olan MHP lideri Devlet Bahçeli susacak değil ya! O da “Akılları durduran ve vicdanları kanatan açıklamaları” nedeniyle Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün derhal görevinden alınmasını talep etti.

Böylece devletin içinden yükselen “insani bir ses” elbirliğiyle bastırılırken üç büyük siyasal parti, milliyetçi ve muhafazakâr kitlelerinin oylarını riske sokmamak için yine “ustaca bir hamle” yapmış oldu.

*       *       *

Ne denilebilir ki!..

Ölülerden söz ediyoruz. Terör eylemi yapmış da olsa, suçsuz insanların canını yakmış da olsa, hayatını ve canını kaybetmiş bedenlerden bahsediyoruz.

Ölüm, benim için sözün bittiği yerdir.

Çünkü her ceset, saygıyı hak eder. Yalnızca ceset olduğu için hak eder bu saygıyı. Ve bunun öyle uzun uzadıya açıklaması yoktur. Bunu anlamayan, daha doğrusu hissetmeyen insanlık sınıfında kayıptadır.

Onun için diyeceğim söz kalmadı. Yazıyı nasıl bitirsem diye düşündüm… İçimden başka bir şey yazmak gelmedi.

Son cümleleri izninizle Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’in konuşmasından aktarıyorum.

*       *       *

- (Geçmişte) boşaltılan her köyün aslında geleceğimizde tehdit olduğunu biliyorduk. Meçhule giden insanların herhangi bir sisteme tabi olamayacağını da biliyorduk. Bugün yaşadığımız sorunun temelinde bu var.

- Keşke o zaman yapabilseydik bunları. Bu kadar geç kalmasaydık. İnsanımıza bu kadar geç ulaşmasaydık. Bu kadar acıdan sonra yapmasaydık bu işleri. Tamam, acı çektik. Ama ha bire yeni acılarla da sürdüremeyiz bu işi. Yeni acılar yeni acıları doğuracak. Yeni kinleri getirecek. Yeter. Burada hep beraber yeni bir dünya kuralım diye varız.

Hasan Cemal’in “Barışa Emanet Olun” kitabını okuduktan sonra arkasına, son fotoğraflar bölümüne şerh düşmüştüm. “Haklısın ama biz çok küçüktük, biz o zamanki sistemin hem mağduru, hem mahkûmu, hem mecburu olmuştuk.”

- Benim yitik evladım dağa çıkmış, keşke ben ona normal bir hayat sunabilseydim. Keşke onun terörize olmasına mani olabilseydim diye ağlarım. Ağlarım yani, her teröriste de içim ezilir. Bu Diyarbakır’ın kaderi olmamalı; gözyaşı, kan... Bu coğrafya o kadar güzel insan yetiştirmiş ki. Fakat şimdi canavarlar üretiyoruz. Niye? İnsana ulaşamadığımızdan, insan odaklı hizmet üretemediğimizden. Başka bir şey değil yani…

Ben yüzlerce özgeçmiş raporu okudum. İstihbarattaydım. Bu çocuklar yazmış, “ulusal kurtuluş savaşımıza katkıda bulunmak istiyorum” en son cümlesi. “Evladım yaşın kaç?” “12. Babam işsiz, annemi dövüyor.” Sosyal çevre berbat. Okula güç yetiremiyor. İşte adam sosyal yaşam savaşını devam ettiremiyor. “Ben savaşacağım” diyor. Çocuk kaçıyor işte. Bunun kaçma sebeplerinden biri bensem diğeri de sizsiniz. Bu toplumda mutlaka bir sıkıntı var demektir. Bunu ortaya da koymazsak nasıl çözeceğiz? Tabi ki konuşacağız. Çünkü kaybettiğimiz, insan. Patır patır insan ölüyor şurada. Her birinin hayalleri var, aşkı var, sevgilisi var. İnsanları öldürüyoruz, hayallerini öldürüyoruz, yüreklerine kin koyuyoruz.