Hakan Aksay

23 Aralık 2010

Türkmüşsün, Rusmuşsun; çok mu önemli allasen?

İşte vaktiyle 20 yıl yaşadığım Moskova’ya yaptığım bir haftalık gezinin sonuna geldim. İstanbul’a dönüyorum.


İşte vaktiyle 20 yıl yaşadığım Moskova’ya yaptığım bir haftalık gezinin sonuna geldim. İstanbul’a dönüyorum. İçimde eski yılların heyecanı yok. Ama hüzün çok. 
Nereye geldim ve nereden dönüyorum?
Geldiğim gün burada ırkçı mitingler ve saldırılar vardı. Şimdi giderken herkes aynı şeyi konuşuyor: Kim daha haklı? Kim daha güçlü? Kim daha iyi? 
Cevapta ne siyaset var, ne ekonomi, ne ideoloji, ne din, ne ahlak… Cevapta uluslar var: Ruslar… Kafkasyalılar (ya da tek tek Dağıstanlılar, Çeçenler, İnguşlar vs.)… Orta Asyalılar (Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler vs.)... Batılılar (Amerikalılar, Fransızlar, Almanlar vs.)…
Onca zamanın, onca devrimin ve reformun, onca yazılanın ve çizilenin sonucu bu işte: Kimsin? Kimlerdensin? Damarlarında hangi kan akıyor?
Uçakta yanımdaki orta yaşlı adam sohbetimizin ilk bölümünden sonra, başından beri sormak istediği soruyu soruyor bana:

- Rusçanız mükemmel. Ama biraz aksanınız var… Kim olduğunuzu sorabilir miyim?

İster istemez başımı öte yana çeviriyorum. Orada masmavi bir gökyüzünün üzerinde beyaz bulutlar var. Bembeyaz. Ve tertemiz…
Ben kimim? Neyim ben? Onca yılda neler yaşayıp, nereden nereye gittim?..
Anlatsam, anlar mı acaba her şeyi?

*      *      *

Yirmi yaşımın yağmurlu bir gününde geldim bu ülkeye. Islak ve geniş caddelerde Brejnev’in boğuk sesi yankılanıyordu. Ben şaşkındım.
Sonbahar kışa döndü. Önce Brejnev sonra da öteki ölüm yüzlü ihtiyarlar iktidar tasından birer yudum alıp göçtü. Ben kaygılıydım.
İlkbahar geldiğinde koyu gri bulutların ardından bir ışık süzüldü. “Koluna girilmeden yürüyebilen” konuşkan liderin adı Gorbaçov’du. Ben heyecanlıydım.
Bu ülkede yaz mevsiminin uçarı bir güzelliği olduğunu, bir parça güneşin ardından gelen rehavetin kimseye yaramadığını “sarhoş bir çar eskisi” öğretti bütün dünyaya. Ben hüzünlüydüm.

*      *      *

Mevsimler yılları devirdi. Koca Sovyetler’den geriye kalan parçalardan en büyüğüne sımsıkı sarılarak neler olup bittiğini anlamaya çalıştım ben de milyonlarca Rusya yurttaşıyla birlikte.
Zaman oldu, geçmişe sövüp saydım. Ne Stalin’in putları kaldı, ne de KGB’nin zindanları.
Zaman oldu, geçmişi özledim. Çıkarsız dostlukları, bedava okul ve hastanelerin küflü kokusunu, belki en çok da gençliğimi hatırlayıp geçmişe hayranlığımı hissetmekten kederli bir haz duydum.
Bu ülkede bu kadar uzayan bir misafirliğin ardından, “ne de olsa Türk olduğumu unutmamamı” telkin edenlerden de, bende “aşırı derecede Ruslaşma belirtileri” arayanlardan da sıkıldım.

*      *      * 

Seviyorum Rusya’yı, Ruslar’ı. Gerçi kızdığım da oluyor. Savunuyorum Rusya’yı. Ama bir o kadar da eleştiriyorum. Bazen anladığımı düşünüyorum Rusya’yı. Başımı iki elimin arasında sıkıştırarak ondan korktuğumu da biliyorum. Umutsuzluğa düştüğüm oluyor kimi zaman. Ama yine de inanıyorum bu ülkenin geleceğine.
Sevdiğim, kızdığım, savunduğum, eleştirdiğim, anladığım, korktuğum, umutsuzluğa düştüğüm ve inandığım bu ülkenin nüfus cüzdanını taşımıyor olmam hiç önemli değil. Yukarıda aktardığıma benzer duygu ve düşünceleri kendi ülkemle ilgili olarak da yazabilirdim. 
Kim bilir, yirmi yaşında çıkıp geldiğim ülke ABD veya Fransa olsaydı belki de onlarla ilgili benzer duygularım olurdu.
Çünkü insanların her şeyden önce Türk, Rus, Alman, Çinli ya da Arap değil, “dünyalı” olduğunu düşünüyorum. Ve birbirine şu gökyüzündeki dokunulası bulutlardan bile daha yakın olan ülkeler, aslında öylesine benzeşiyorlar ki. Tıpkı bulutlar gibi…

*      *      *

Bulutları kendi haline bırakarak başımı adama doğru çeviriyorum. O hâlâ sabırla cevap bekliyor: Kimim ben? Hangi ulustanım?
Ne desem Tanrım! Cevap vermek için sürem doluyor sanki…

- Afrikalıyım!

Bu kelime kendiliğinden dökülüyor dudaklarımdan. Adam kıpkırmızı oluyor.
- Güney Afrika’danım…

Diye ekliyorum. Gözlerinde önce bir “Ha, olabilir o zaman” tepkisi, birkaç saniye şaşkınlık, sonra alay edilmiş insanlara özgü kırgınlık…
Onun bulunduğu yer beyaz bulutlara uzak. Onun için o, benden kaçmak için bulutlara sığınamıyor. Yanındaki gazeteyi açarak kendini okumaya vermiş gibi yapıyor.
Gazetenin manşeti takılıyor gözüme:

- Rusya Ruslarındır! Kafkasyalılar’a ders verme zamanı!..

Bulutlarım, beyaz bulutlarım nerde benim?.. 
Moskova’dan İstanbul’a dönüyorum. İçimde eski yılların heyecanı yok. Ama hüzün çok…