Hakan Aksay

03 Kasım 2012

Türk basını Metin Münir'siz eksik kalır

Metin Münir’in Milliyet’ten çıkarıldığını duyduğumda üzüldüm, ama şaşırmadım

Bence Metin Münir, Türkiye’nin en iyi köşe yazarlarından biridir.

(Bu fikrimin bazı nedenleri bu yazıda var; ama hiçbir şeyi kanıtlama çabasında değilim. İsteyen “adalet ve kalkınma modeli” yazarları sever, isteyen “google asistanlı” ve “böyle koyarlar taşı gediğine” üsluplu muhalif kalemleri.)

Metin Münir’in Milliyet’ten çıkarıldığını duyduğumda üzüldüm, ama şaşırmadım.

Malûm, medya patronları durmadan kendilerini gazetecisevmez ve müdahaleci bir Başbakan’a göre ayarlamaya çalışıyor.

Sonra dün internette (Medyaradar sitesinde) bir yorum okudum. Orada Milliyet sahiplerinin aslında Melih Aşık ve Can Dündar gibi muhalif isimlerden rahatsız olduğu, ama şu anda onlara dokunmayıp “kendi hallerinde yazıp duran” iki liberal yazarla, yani ekonomi yazarı Metin Münir ve dış politika yazarı Semih İdiz’le yollarını ayırdığından söz ediliyordu. Bunda söz konusu iki yazarın “okur gücünün az olmasının” da etkili olduğu vurgulanıyordu.

Ben hangi yazarın kaç kişi tarafından okunduğunu bilmem ve açıkçası pek önemsemem.

Semih İdiz bizdeki en güvenilir dış politika yazarlarından. Ama bu yazı, Metin Münir’le ilgili olduğundan konuyu dağıtmayayım.

O dört kelime gün boyunca aklımdan geçti: “Kendi halinde yazıp duran…”

Aslında bu anlatımda benim tanıdığım Metin Münir’in kendini bulabileceği bir yaklaşım gizli olabilirdi. Elbette yukarıda yazıldığı gibi değil. Çok daha geniş bir düzlemde, hayatı ve ölümü özümsemeye çalışan sıra dışı bir yazarın mütevazı derinliğinde.

Ama “Kendi halinde yazıp durmak” eğer muhalif tutumdan kaçınmak anlamındaysa, o zaman bunu yazan arkadaşın oturup Metin Münir’i okumasında yarar var gibime geliyor.

 

*      *      *

 

Münir, AKP hükümetine, Başbakan Erdoğan’a ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na – mesleki zekâyı ve düzeyi elden düşürmeden - en sert eleştirileri getiren gazetecilerden biridir. İnanmazsanız açın, yazdıklarını okuyun. Dilerseniz buradan size biraz yardımcı olayım:

“Demokrasi konusunda, Erdoğan’a, Gül’e, AKP’ye hiç güvenmiyorum. İşlerine geldiği zaman kandırmak bu ekibin inançlarına ve ahlak anlayışına ters değildir. (…) Onlardan olmayan herkes de kâfir ve zalimdir. (…) Tramvay demokrasi değildir. AKP’dir tramvay olan. Er geç Türkiye ondan inecektir.”

Erdoğan PKK’lılarla kucaklaşanlarla konuşmayacağını açıkladı. Ama Kürt sorununu çözmek için Abdullah Öcalan’la müzakereye hazırmış. PKK’yı kuran, yapabilse bütün PKK’lıları teker teker kucaklayacak, binlerce kişinin ölümüne neden olan bir hareketi başlatan Öcalan’la konuşabilirmiş. Ama, bir BDP milletvekili, dağ başında bir PKK’lıyı kucakladı diye BDP ile asla konuşmazmış. Bunda mantık gören varsa bana da haber versin, lütfen.

“Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en tehlikeli Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı hatalar nedeniyle Suriye ile İran PKK’nın yanına geçti.”

“Tayyip Erdoğan ve ‘atom karınca’ Dışişleri Bakanı’nın diplomasi ve uluslararası ilişkiler dersine ihtiyaçları var. Kullanılan dil yumuşak ve nazik olmalı, en uç durumlarda bile açık kapı bırakmalıdır. (…) Başbakan’ın duygusallığı ve kendi kendini dolduruşa getirme yeteneği ve Dışişleri Bakanı’nın Kissinger kompleksi yüzünden, kırmızı çizgiler geçildi.”

“Televizyon stüdyolarında horozlanmayı marifet sanan bazı AKP’li milletvekilleri ve bakanlar Türkiye’nin birkaç saatte Şam’a varacağını söyleyip halka savaşın kumda bir piknik olacağı izlenimi vermeye çalışıyor. Bu strateji dehalarına şunu sormak lazım: Birkaç saatte gidersin de kaç saatte geri dönersin? Ve, geri döndüğünde, nasıl bir Türkiye bulursun?”

“Türkiye Suriye’ye müdahale edemez. Savaş Türkiye’ye ekonomik krizlerin anasını yaşatır. Zamlar, en çok, artan askerî masrafları finanse etmek için yapıldı.”

Bu ve benzeri yorumları kolayca bulabilmeniz için ilk aklıma gelen bazı Metin Münir makalelerinin ismini sıralayayım:

“Namazdayım dönmeyeceğim”, “Kürt konusunda kem küm”, “Suriye ile savaş kumda piknik değildir”, “Ortadoğu’da başrolü bize vermezler”, “Diplomasi dersleri”, “Doublespeak nedir?”, “Eğer o istihbarat bana gelseydi”, “Bülent Arınç kaç obol eder?”…

Ne dersiniz, bütün bunlar, “kendi halinde yazıp duran” bir gazeteci açısından fazlaca riskli değil mi?

 

*      *      *

 

Metin Münir Türkiye’de ender rastlanan bir köşe yazarıdır. Onu okurken sanki iki, hatta üç yazar okur gibi olursunuz.

Uzmanı olduğu ekonomi alanında, bankacılık ve enerji gibi konularda son derece birikimli dosyalarla çıkar okurun karşısına. Politika meselelerinde ve bu arada dış politikada - dünyayı iyi bilen ve sürekli dikkatle izleyen az sayıdaki Türk gazetecilerinden biri olarak - isabetli yorumlar yapar. Demagojiye başvurmaz, açık ve yansız davranmakta zorlanmaz.

Bir de duygu yüklü yazıları vardır Münir’in, son dönemde çoğunlukla Kıbrıs’tan, Ozanköy’den kaleme aldığı. Hayatını, izlenimlerini, çelişkilerini anlatır, çoğu kez cevaptan ziyade sorularla dolu yazılarında. Evreni, doğayı, yaşamı anlamaya çalışır. Ve de kendini. Satırları kibirsizdir. Anlatımı içtendir. Belki dili şairane, üslubu iddialı değildir, ama son derece inandırıcı ve mütevazıdır.

Sanırım kendisi için de iki Metin Münir vardır. On yıl kadar önce geçirdiği kalp krizi sırasında yaşamdan bir süre ayrılmış, “öteki taraf”a başını şöyle bir uzatarak farklı bir boyutun tadını hissetmiştir. “Ölüm sonrasında” hayatını yeniden düzenlemeye girişmiştir. Bu, yazdıklarına da yansımıştır. “Pazar yazıları tarzı” onu okurlarıyla daha da yakınlaştırmıştır. (http://pazaryazilari.blogspot.com/ )

Hem “huzursuz”, hem de “huzurlu” biridir sanki Münir. Ömrünün ve iş hayatının önemli bir bölümü onu “tam bir batılı” yapmış gibidir. Yerel, milliyetçi, dar kalıplar, alaturka yöntemler ve durmadan tekrarlanan ilkel sorunlar onu bunaltır. “Türk olmak kaza mı kader mi?”, “TC’nin IQ’su nedir?” soruları onun cesaretinden çok doğallığını yansıtır.

Huzuru ise bambaşka bir yerdedir:

“Bana ayrılmış olan günlerin büyük bir bölümünü tüketmiş olmak beni ürkütmüyor. Doğa, Tanrı ve insanlarla barışığım. Hiç kimseden - bana kötülük edenler dâhil - nefret etmiyorum. Hiç kimseden intikam almak arzusunda değilim. Hiç kimseyi kıskanmıyorum. Kendimden başkası olmak istemiyorum. Sahip olduğum şeyler bana yetiyor. Doğanın sofrasından aç gözlülük yapmamış olarak kalkmak istiyorum.

Çok sevdiğim bir işi yapıyorum. Hiçbir zaman kendimi emekliye ayırmayacağım. Bunayıncaya veya ölünceye veya istenmeyinceye kadar çalışacağım.

 

*      *      *

 

Yazının sonunda iki itirafta bulunmalıyım.

Birincisi, yukarıdaki son alıntının son cümlelerini “maksatlı” ve “korkarak” yazdım. Nispeten kısa süre önce büyük şehirlerden ve kendisini rahatsız eden ilişkilerden kaçarak Ozanköy’de yalnız ve sade bir hayat sürmeyi seçen, yalnızca yazmaktan değil, durmaksızın okumaktan, gezmekten ve “tembellik yapmaktan” da büyük zevk aldığını gizlemeyen, “hayattaki en büyük lüksü, sabahleyin istediğin zaman yataktan kalkmak” olarak tanımlayan Metin Münir ya vazgeçerse? Ya yazmaz veya yazdıklarını paylaşmazsa?

Umarım Türk basını onu tümüyle unutacak kadar kendini yitirmemiştir. En azından işten çıkarılan birçok değerli meslektaşımız gibi, o da rüzgârda daha kolay savrulan kâğıt gazetelere göre giderek konumunu sağlamlaştıran internet dünyasına ilgi gösterebilir.

İkincisi biraz özel bir konu: Uzun “gizlilik yılları” sonrası Türkiye’ye dönüp de iş bulamadığım bir sırada “farklı yetenekler arayan” Güneş gazetesine gönderdiğim umutsuz bir mektup, epeyce zaman sonra beni Metin Münir’in karşısına çıkarıvermişti. Odasına girdiğimde kendisini ayaklarını masaya - burun hizama - uzatmış, muz yerken gördüm. Beni kuşku ve küçümseme arası bir yüz ifadesiyle dinledi. Cevaplarından sonuna kadar tatmin olmadığı sorular sordu. Sonra “kafamın KGB tarafından yıkandığını unutmadan” ve “en az bir yıl kendi imzamla yazı yazmama asla izin vermeden” beni yetiştirmeyi deneyeceğini söyleyerek işe aldı. Bu kısa konuşma sırasında birkaç kez kapıyı çarpıp bu mağrur adamın odasından çıkmayı düşünmüş, kendimi güçlükle kontrol etmiştim.

Bir ay sonra ilk imzalı yazım çıktığı gün gazetenin koridorunda karşılaştığımızda birkaç saniye gülümsedi mi yoksa bana mı öyle geldi; hâlâ bilmiyorum. Sonradan bu “tatsız adam”ın basına yenilikler getirmeyi, uzmanlaşmayı gerçekten önemsediğini anlamıştım. Gerçi Güneş’in batması fazla uzun sürmedi; Asil Nadir’in dolaylı bir müdahalesi sonucu benim kovulmam ise daha da kısa zaman aldı. Ben atılma kararımı öğrendikten sonra SBKP’nin 28. ve son kongresini izleyip gazeteye haber geçerken, Münir bana para gönderemediği için mahcup olduğunu ve bu durumda asla bir talepte bulunamayacağını dile getirmiş, ücretsiz yolladığım son haberler için teşekkür etmiş ve her şeye karşın gazetecilikte direnmememi tavsiye etmişti.

Bunun üzerinden neredeyse çeyrek yüzyıl geçti. Gazetecilik hâlâ direnerek, mücadele edilerek yapılan bir meslek ülkemizde.

Ama Metin Münir gibi ustaların varlığı insana güven veriyor. Ve bu mücadelede, onun da sevdiği bir sözle söyleyecek olursak, “bizi öldürmeyen her şey, bizi daha güçlü yapıyor.”