Hakan Aksay

07 Temmuz 2012

Tek cümleyle dağılacak bir ülke

İlk bakışta herkese yetebileceği izlenimini veren koskoca ve çok güzel bir ülkemiz var...

İlk bakışta herkese yetebileceği izlenimini veren koskoca ve çok güzel bir ülkemiz var.

Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, bakanları, valileri, belediye başkanlarını, askerleri, polisleri, hâkimleri, savcıları, memurları, herkesi bulup bir yerlere yerleştirmişler ve kocaman bir devletimiz olmuş.

Dünyanın “en” güçlü devletlerinden biri, “en” gelişmiş ekonomilerinden biri, “en” güçlü ordularından biri, “en” etkili bölgesel liderlerden biri vs. epeyce bir “en”lenmişiz zamanla…

Yalnızca bugünkü gücümüzle yeri göğü inletmekle yetinmiyoruz; bir taraftan, gelecekle ilgili son derece iddialı amaçlar taşıyoruz; bir taraftan da geçmişimizi öve öve bitiremiyoruz.

Dile kolay, 88 yıllık geçmişimiz var! Pardon, ne 88’i, yüzlerce, duruma göre binlerce yıla dayanan bir tarihimiz var!

Güçlüyüz! Çok güçlüyüz. Hatta çooook güçlüyüz!..

Ama…

Çok sayıda “hassasiyetimiz” var.

İlk bakışta bembeyaz, pürüzsüz ve oldukça sağlıklı görünen bir cildin; güneşle, suyla, havayla, tozla her karşılaşmasında bir anda sivilcelerle ve kızarıklılarla tahriş oluvermesi gibi, “fazlasıyla alerjik” bir yapıya sahibiz.

*      *      *

Bir sürü “şey”e dayanamıyoruz. Bir sürü “şey”e tahammülümüz yok. Bir sürü “şey”le karşılaştığımızda kızıp sinirleniyoruz ve sert karşılıklar veriyoruz.

Bu “şeyler”, top ve tüfek anlamına gelmiyor.

Bazen kendini bilmez bir aydının konuşmasındaki…

Bazen densiz bir gazetenin başlığındaki…

Bazen münasebetsiz bir televizyon programındaki…

Bazen “bomba gibi” bir kitabın içindeki…

Yani, nasıl diyelim…

Bu “şeyler”…

Kelimeler!..

Cümleler!..

*      *      *

Koskoca ve herkese yetebilecek zenginlikte, çok güzel bir ülkemiz olsa da…

Hükümetimiz, ordumuz, polisimiz olsa da…

Devletimiz dünyanın “en” güçlülerinden biri olsa da…

“En” gelişmiş ekonomilerden birine sahip olsak da…

“En” etkili bölgesel liderlerden biri olsak da…

Bugün ve özellikle yarın dünyanın neredeyse “en” büyük sahibi olsak da…

88 yıllık, pardon, yüzlerce, hatta binlerce yıllık “en” güçlü geleneklerimiz olsa da...

Bir takım “kelimeler”e, bazı “cümleler”e bir türlü dayanamıyoruz işte.

“Hassasiyetlerimiz” anında uyarılıp cildimizi “tahriş ediveriyor”.

Tahammül edemiyoruz. Sinirleniyoruz. Sert karşılıklar veriyoruz.

Bazen fırça atıp susturarak…

Bazen linç ederek…

Bazen hapse atarak…

Bazen döverek ya da işkence ederek…

Bazen öldürerek…

En çok da, akıllardaki kelime ve cümlelerin dile dökülmesine izin vermeyen, insanları sindiren, ürküten, maymunlaştıran sahte bir suskunluk ve derin bir korku düzeni yaratarak…

“Zararlı” saydığımız kelimeleri ve cümleleri cezalandırıyoruz.

*      *      *

Topu tüfeği değil, bombayı füzeyi değil, en çok kelimeleri ve cümleleri “tehlike” kabul ediyoruz.

Onları duyacak, dinleyecek, sabredecek, düşünecek, tartışacak yeteneğimiz yok. Onları – hiç doğru bulmasak da – hoş görebilecek kültürümüz yok. Duymazdan gelecek olgunluğumuz bile yok.

Zil çaldığında otomatik olarak ağzının suyu akarak et yeme dürtüsüyle hareketlenen Pavlov’un köpekleri gibi, bazı kelimeleri ve cümleleri duyduğumuz zaman aynı saldırgan tepkileri veriyoruz.

Şevval Sam’ı, yaptığı uzun konuşma içinde bir ara “Başörtüsü bez parçasıdır” demesinden dolayı linç ederken (bir sanatçı, bir insan da varsın böyle desin, canım, ne olur ki)…

Geçmişte “Bayrak da bez parçasıdır” diyenleri düşman ilan ederken (bırakın birileri de öyle düşünsün ve öyle konuşsun, ne olur ki)…

Ezana ve camiye yönelik en ufak bir eleştirel yaklaşımı neredeyse iç savaş nedeni sayarken (herkesin aynı görüşte olması mümkün mü, bırakın farklı fikirde olanlar da aklındakini söyleyebilsin, ne olur ki)…

“Kürtler’e hak, özgürlük” diyenlere, hele “bağımsızlık” isteyenlere, hatta bir ara “Ne mutlu Kürt’üm diyene” diyen bir ilkokul çocuğuna karşı ölümüne saldırırken (nedir bu kızgınlık ve anlayışsızlık, bazı insanlar da bu görüşte işte, bunları konuşabilseler ne olur ki)…

Birilerinin hapisteki liderinden bahsederken “Sayın Öcalan” demesini kızgın manşetlere çekerken (hiç aldırış etmemek mümkünken, “sayın” deseler ne olur ki; üstelik sanki “sayın” dediğiniz herkese saygı duyuyormuşsunuz gibi)…

Atatürk’le ilgili olumsuz duygu ve düşünceler açıkça ifade edildiğinde kara kaplı kitapları açarken (tarihi liderler herkeste illa ki aynı düşünce ve duyguları mı uyandırmalı, sevenleri olduğu gibi, sevmeyenleri de olacak elbette, bırakın bunu yüksek sesle de dile getirebilsinler, ne olur ki)…

“Tehlikeli” kelimeler ve cümleler bizim bütün huzurumuzu ve dengemizi bozuyor; önce kendimiz son derece mutsuz oluyoruz, sonra da dünyayı herkes için bir cehenneme çeviriyoruz.

*      *      *

Toplum olarak böyleyiz. Toplumun öncüsü olması gereken “aydınlar” bile sık sık “kelime ve cümle düşmanı”. İktidarlar ise kelime ve cümle savaşlarının sanki en büyük mimarı, müfettişi ve gardiyanı…

Yakın geçmişimizde tek bir cümle, hatta bir kelime yüzünden “komünizm propagandasıdır” denilerek binlerce insan zindanlarda çürütülmedi mi?

Yalnızca geçmişte mi? Ya geçenlerde Konya’da “Yaşasın halkların kardeşliği” diyen bir öğrencinin hapse tıkılması?

Sadece söylenecek ve yazılacak cümlelerden ve kelimelerden çekinildiği için bazı gazetecilerin Suriye Devlet Başkanı Esad’la görüşmesi gibi doğal bir olay, sürpriz bir skandala dönüşmedi mi?

Kontrol edemediğimiz bir tek cümle, bir tek kelime bile dünyamızı karartabiliyor. Bu kadar zayıf, bu kadar hastalıklı, bu kadar hoşgörüsüz bir bünyemiz var.

Sanki tek bir cümle ile koca devlet yıkılacak...

Bir tek cümle ile ülkemiz dağılıp parçalanacak…

Hayatımız, bugünümüz, yarınımız dumura uğrayacak…

Yok olup gideceğiz sanki tek bir kelime ile…