Hakan Aksay

01 Haziran 2012

Tamam, Başbakanımız büyük. İyi ama ne kadar büyük?

Başlığın ikinci cümlesinden hareketle hemen beni “tasmalı”, “ölüsevici”, “komplocu” gazeteciler sınıfına sokabilirsiniz...

Başlığın ikinci cümlesinden hareketle hemen beni “tasmalı”, “ölüsevici”, “komplocu” gazeteciler sınıfına sokabilirsiniz. İçinizden geçiyorsa eğer, elinizi ve dilinizi korkak alıştırmayın. Kesinlikle gücenmem. Ve bu “pek bir derin” kavramlarınızın tartışmasına da girmem.

“Komplocu” suçlamasını küf kokacak kadar banal ve sıkıcı bulduğumdan…

“Ölüsevici” kelimesinin gerçek anlamına epeyce uzakta durulduğunu ve evvela bu konunun iyice soruşturulup öğrenilmesi gerektiğini düşündüğümden…

“Tasmalı” kod adıyla dile getirilmeye çalışılan “köpek” yakıştırmasını da bir hakaret sözcüğü olarak algılamakta öteden beri zorluk çektiğimden ve insanların en yakın dostu sayılan bir hayvanı kirli tartışmalara karıştırmayı anlamsız ve köpeklere karşı adaletsiz bir alışkanlık olarak gördüğümden dolayı…

(Ancaaak… Kimse tehdit gibi anlamasın, ama bu “tasmalı” konusu uzarsa bu konuda oturup bir yazı yazabilirim. Hem de yanıma iki danışmanımı alarak. Biri beş yaşındaki “sarışın” kızım, öteki 15 yaşındaki “ihtiyar” oğlumdur. Her ikisi de benim köpeğim olur ve ara sıra kullandıkları – kendi aramızda “kravat” dediğimiz – tasmaları vardır. Ve de Başbakan’ın öteden beri köpek konusundaki takıntılı açıklamalarıyla ilgili diyecek sözleri…)

* * *

Evet, nerede kalmıştık? Ben bir “tasmalı”, “ölüsevici”, “komplocu” gazeteci olarak diyorum ki…

Bazen halklar, liderlerini neredeyse tanrılaştırır. Sonra da bir gün “nankörce” çöpe atar.

Liderler, halktan aldıkları gürültülü desteğin, her türden dalkavuk ve şakşakçı ile emrindeki suskun yönetici kitlesinin yağı ve balıyla beslenerek bir noktadan sonra geriye dönülmesi mümkün olmayacak bir hızla bulutların üzerine yükselirler. Bu yükselişten sonra artık iflah olmazlar ve bazen günlerin ya da haftaların, bazen de yılların, hatta on yılların ardından (kimi zaman da ölmelerinden epeyce sonra) mutlaka yere çakılırlar.

“Tanrısal liderler” için de bu hep böyle olmuştur. Çünkü onlar “büyük lider” olsalar da asla Tanrı değildirler.

Liderler de insandır eninde sonunda.

Ölümlüdürler.

Zaafları vardır.

Ne kadar “insanüstü gibi” olsalar da, her gün bütün insanların yaptığı yüzlerce şeyi yapmak zorundadırlar.

Mesela, herkes gibi nefes alırlar. Yemek yerler. Tuvalete giderler. Cinsel ilişkiye girerler. Esnerler. Horlarlar. Kaşınırlar... (Bu listeye tonla ek yapılabileceğinden kuşkusu olan var mı?)

Ayrıca liderler de bütün insanlar gibi kırılgan ve hassas vucütlara sahiptir. Söz gelimi, balkondan düştüklerinde veya araba altında kaldıklarında - ne kadar akıllı olurlarsa olsunlar - yaralanır veya ölürler. Ve herkes gibi hastalanırlar; hem fiziksel hem de ruhsal olarak.

Çünkü alt tarafı insandırlar. Sıradan birer insan. Onlar her ne kadar kendilerine doğaüstü yetenekler bahşedip “ölümsüzleşme süreci”ne girdiklerini sansalar da…

* * *

Buradan yola çıkıp da liderleri küçümsediğimi sanmayın. Elbette herkes lider olamaz. Lider olmak için yetenekli, zeki, kurnaz, kararlı, sabırlı, anlayışlı, şakacı, aynı zamanda sert, hatta bazen acımasız olabilmek gerekir.

Liderler halklarının hayatını değiştirir. İyiye veya kötüye doğru; ama değiştirir. Bu da büyük bir güç demektir. Tarihî bir güç.

Bu anlamda on yıldır Türkiye’nin bir numaralı lideri olan Başbakanımız elbette güçlüdür. Hatta çok güçlüdür.

Kendisi de bunun farkındadır. Hatta bu “farkındalık hissi” uzunca bir süredir ona huzur ve rahat vermemektedir.

75 milyon insanı sanki önünde bir tepside görmektedir ve onları, hayatlarını, “hünerli” elleriyle yoğurarak dünya âlemin şaşacağı ölçüde değiştirebilecek bir dehaya sahip olduğu inancına kapılmış durumdadır.

Bu his ve inanç, onu kendi gözünde “her şeyi bilen” ve - bu ülkede kendi kalitesinde hiç kimsenin bulunmamasından dolayı - “asla eleştirilemez” bir konuma getirmiştir.

Yalnızca dini, ticareti, teşkilatçılığı, idareciliği değil, her şeyi ama her şeyi bilmekte ve sıradan bir insanın asla beceremeyeceği kadar kısa sürede ve cesaretle “en doğrusuna” karar vermektedir.

Heykel olmamıştır; kaldırılmalıdır.

İçki içmek yerine üzüm yenmelidir.

TV dizileri ve devlet tiyatroları böyle olmamalı, kökünden değiştirilmelidir.

En az üç çocuk doğurulmalı, asla kürtaj ve sezaryen yapılmamalıdır.

Kişisel özgürlüklerden dar uzmanlık alanlarına kadar son derece geniş bir yelpazede her şey, onun şıp diye çözebileceği kadar “elinin altında”dır artık.

Giderek Tanrılara özgü “kader belirleyicilik” ve “yanılmazlık” mertebesine ulaşmaktadır, hatta belki de ulaşmıştır.

Bu ülkenin bütün insanlarının üzerinde nurlu bir zirveye erişmiştir. Bunun için herkesle ilgili karar verme hakkı yalnızca ondadır.

Kendisine karşı çıkan, sorun yaratan, onu yavaşlatan ve huzurunu kaçırıp sinirini bozan herkes ve her şey bir an önce aşılması gereken birer “engel”, hatta “düşman” kategorisine girmektedir: Muhalefet; Kürtler; “tasmalı”, “ölüsevici”, “komplocu” gazeteciler…

Onun “tarih yazma” gibi bir misyonu olduğu için ayrıntılarla uğraşacak zamanı yoktur. İster kadın hakları olsun, isterse 34 can…

Sanki tanrısal bir lider veya Tanrı’nın elçisi gibidir. Sanki ölümlü değildir. Sanki zaafları yoktur.

Sanki herkes gibi nefes almaz. Sanki yemek yemez. Sanki tuvalete gitmez. Sanki hastalanmaz…

Sanki asla hata yapmaz…

* * *

Büyük İskender…

Julius Sezar…

Cengiz Han…

Birinci Elizabeth (ah pardon, bir kadını örnek gösterdim)…

Birinci (“Deli”) Petro…

Napolyon Bonapart…

Ve daha niceleri…

Tarihin akışını değiştiren kimler geldi ve geçti bu dünyadan!.. Kimi yaptığı reformlarla, kimi de fetihleriyle ünlendi. Bu arada çok uzun yıllara damgasını basan diktatörler de oldu.

Ama hepsi göçüp gitti. Kimseye kalmadı bu dünya!..

Her biri ülkesinde ve dünyada “devasa”, “kalıcı”, “ebedi” değişiklikler yaptığı kanısındaydı. Ama hiçbirinın başarısı sonsuz olamadı. Ne Büyük İskender’in her zaman övündüğü ordusunun, o öldükten hemen sonra dağılması önlenebildi. Ne de Cengiz Han’ın birleştirdiği Orta Asya’nın tekrar parçalanması.

Tarihi liderler güçlerinin zirvesine ulaştıklarını hissettiklerinde neredeyse ölümsüz oldukları, hata yapmayacakları, yanlarındaki herkesten daha akıllı sayıldıkları, yönettikleri milyonlardan her açıdan daha üstün oldukları inancına kapıldılar.

Ama kimisi yaptığı hatalar yüzünden, kimisi de bir türlü inanmak istemediği “ölümlülükleri” sonucunda yok olup gitti.

Hiçbiri yok olmayacak kadar güçlü değildi çünkü. Büyüklükleri, onları yanlışlardan, en başta da “büyük ego tahribatı”ndan koruyamadı.

Aslında onların hiçbiri kendi sandığı kadar büyük değildi.

Sadece abartılı alkışlar eşliğinde bir gün ayakları yerden kesilivermişti.

Velhasıl, “tasmalı”, “ölüsevici”, “komplocu” bir sıradan gazeteci olarak diyeceğim odur ki:

Sen de o kadar büyük değilsin be Başbakanım!..