Hakan Aksay

02 Aralık 2010

Sözlerimi geri alıyorum, yazdıklarım için pişmanım

... İlk anda benim dikkatim O’nun ne kadar gergin olduğu, yüzünün nasıl kızardığı, boyun damarlarının ne denli...

Dün öğle sularında üstüme bir ağırlık çöktü. Hafif uykum geldi. Televizyonu açtım. Kanalları dolaşmaya niyetlendim. Ama başaramadım. 
Çünkü daha ilk kanalda karşıma Başbakanımız çıktı. Konuşma yapıyordu. Sinirliydi. O’nu sinirli bir halde konuşurken gördüğüm için başka bir kanala geçmem söz konusu olamazdı. 
İlk anda benim dikkatim O’nun ne kadar gergin olduğu, yüzünün nasıl kızardığı, boyun damarlarının ne denli belirginleştiği gibi ayrıntılara yöneldiği için ne konuştuğunu kavrayamadım.
Ama kanalların benim gibi algılama özürlüler için alt ve üst yazılarla durumu açıklama meziyeti olduğundan dolayı, kısa sürede meseleyi anladım.
Başbakanımız Wikileaks üzerine konuşuyordu. Konuştukça sinirleniyor, sinirlendikçe yeniden konuşuyordu.

*      *      *

Oysa daha dün konuşmayacağını söyleyerek “Hele Wikileaks eteğindeki taşların tümünü döksün bakalım” demişti.
Ama etektekilerin henüz çok azı dökülmesine rağmen, Başbakanımız konuşmaya, hem de epeyce sinirli konuşmaya başlamıştı.
Kendisi de aldığı kararı uygulayamadığının farkında olduğundan olsa gerek, “Wikileaks'in eteğindeki tüm taşları dökmesini beklediğimizi ifade etmiştim. Ne yazık ki birileri benim kadar sabırlı olamadı. Açıklanan çok az bilgiyi, bir fırsat olarak görüp buradan hükümete nasıl saldırırız derdine düşmüş durumdalar”, diyerek sözünü tutamamasının sorumlularına yükleniyordu.
CHP başta olma üzere muhalefete sert çattı. Konuşma boyunca doğrudan ve dolaylı olarak “yalancı”, iftiracı”, “cahil”, “zavallı”, “seviyesiz”, “nezaketsiz”, “basiretsiz”, “küfürbaz” gibi kelimeler havalarda uçuştu durdu.
ABD’ye karşı biraz yumuşayarak konuşsa da tempoyu fazla düşürmedi (“Zaten kendileri özür beyanında bulundular ama biz bunu yeterli bulmuyoruz. Bu diplomatlarla ilgili gerekli olan bütün girişimleri yapmak durumundadırlar. ABD gibi devletin istihbarat teşkilâtı bakın ne hale gelmiştir, diplomasisi ne hale gelmiştir. Bu, ABD'nin sorunudur, bizim sorunumuz değil.”). 
Devamla daha da hiddetlenerek konuşmasının külminasyon noktasına doğru ilerledi. “Atılan iftira üzerinden kalkıp da benden bunun ispatını istemek kadar cehalet olur mu? Olmayan şey ispat edilir mi? Benim İsviçre bankalarında bir Allah kuruşu param yok ki bunu ispat edeyim.”

Ben “olmayan şeyin ispat edilemeyeceği”
mantığına tam hayran olmak üzereydim ki, İsviçre’de bulunmayan “Allah kuruşu” para birimine aklım takıldı ve dikkatim iyice darmadağın oldu.

*      *      *

Benim dağılan dikkatimi toplama becerisini bizzat Başbakanımız gösterdi. Sıra medyaya gelmişti.
Bazı gazetecilerin “müfteri ve alçak” olduğunu duyar duymaz kendime geldim. Oturduğum koltukta iyice bir doğruldum. Üzerime çöken ağırlıktan eser kalmamıştı. Daha doğrusu artık bambaşka ve uyku getiren değil, uyku kaçıran bir ağırlık vardı üzerimde.
Sonra Başbakanımız beni yeni bir şaşkınlığa sürükledi. Daha dün Doğan Akın’ın “Başbakan … pazartesi günü gazetecilerin karşısına çıktı. Hiçbir gazeteci kendisine ‘8 İsviçre bankasında hesabınız var mı’ diye sormadı, soramadı”, diyerek gösterdiği tepkiyi neredeyse aynen savunuyordu. 
Diyordu ki: “Onurlu bir medya veya onurlu bir medya mensubu kalkar, kime bu iftira yapılıyorsa ona sorar. Eğer Başbakan ile ilgiliyse sorar 'Sayın Başbakan var mı böyle bir şey? Varsa üzerine gideceğiz'”

Devamla medyanın işini iyice kolaylaştırıyor, vereceği cevap sonrasında izlenmesi gereken tutumu da gösteriyordu: “Başbakan size 'Hayır, benim böyle bir şeyle ilgim, alakam yok' diyorsa, o zaman da bunu yazmaman gerekiyor”

Başbakanımız’ın fikrinin dinamik akışını izlemekte güçlük çekiyordum. Ama anladığım kadarıyla, kendisini “töhmet altında bırakan” medyayı “seviyesiz”, “onursuz” ve “ahlaksız” buluyordu.
Kağıtsız ve promptersiz konuşurken bazen ürkütücü ifadeler kullanabilen Erdoğan, dün de “belediye başkanlığı döneminde kendisine ‘1 milyar doları var’ diyen kişinin, bugün Ergenekon davası zanlısı olarak içerde olduğunu” söyleyiverdi.

*      *      *

Yavaş yavaş terlemeye başlamıştım. Çünkü dünkü yazımda şu kırılası elimle “Başbakan da, bakanlar da susmayı başaramayacak. Başbakan’ın İsviçre’de 8 gizli hesabı varmış! Biz Wikileaks’in yalancısıyız. Şimdi Başbakan, becerebilirse, Wikileaks’in ‘eteğindeki bütün taşları dökmesini beklesin’ ve sonra, ‘ortalık sakinleşince’ ağır başlı açıklamalara hazırlasın. Mümkün mü?” gibi eleştirel laflar yazmıştım.
Başbakanımız konuşmasını çoktan bitirmişti. Ama ben televizyonun karşısına çakılmış kalmıştım. Saate baktım. Bu saate kadar T24’teki yazımı kaç kişinin okumuş olabileceğini hesaplamaya çalıştım. 
Belki de daha epeyce insan okumamıştır diye düşündüm. Okumayanlar arasında Başbakan’a basın raporu sunan görevlilerin de bulunabileceği aklıma geldi. Belki de çok geç değildi. 
Acaba yazıyı çıkarmaları veya daha yumuşak bir versiyonuyla değiştirmeme izin vermeleri için T24 yöneticilerini arasam mı, diye kararsızca kıvrandım bir süre. 
Daha bir aydır sitede yazdığım aklıma geldi. Ayıp olur, korktuğumu anlarlar, sonra kıvırmayı da beceremem, diye düşündüm.
Diğer taraftan Başbakanımız’ın “onursuz”, “alçak”, “ahlaksız” sözleri kulağımda yankılandı. Ve geçmişte O’na iftira atanların bugün “içerde” olduğu doğaçlaması... 
Artık Wikileaks’in belgelerini tartışırken Türk medyasının iktidara karşı dil uzatmamaya eskisinden de fazla özen göstereceği belliydi. 
Ne gerek vardı böyle sivriliklere!.. 
Alnımda biriken terleri sildim.
En iyisi, diye düşündüm, bundan sonra çok daha dikkatli yazmak. Ve uygun bir lisanla “maksadını aşan anlatımlarımdan dolayı” pişman olduğumu yazılı ve sözlü olarak yüksek mercilere iletmek için ince hesaplara girişmek.
Yani zamana uymak. 
Yani kendi halinde, “seviyeli” ve “ahlaklı” gazetecilik yapmak…