Hakan Aksay

07 Temmuz 2013

Sekiz koyun bile etmezdi senin hayatın, onun için öldün!..

Kurşun yemek nasıl bir şeydir acaba?.. Ölümü karşılamak?.. Hayatın yavaşça eriyip tükendiğini hissetmek?..

Kurşun yemek nasıl bir şeydir acaba?..

Bir merminin olağanüstü hız kazanarak vücuda çivi gibi saplanması, hedefini bulduğu anda alçakça yavaşlayarak durması, geçtiği yerleri yırtarak açtığı ölüm kanalının insanı iyice kanatıp bitirmesini beklemesi nasıl bir şeydir?..

Ölümü karşılamak nasıl bir duygudur?.. Hayatın yavaş yavaş eriyip tükendiğini hissetmek?..

Beklenmedik bir anda ölmek?.. Ummadığın bir anda yediğin kurşunla?..

Ya bu kurşunu yuvasından çıkaran o acımasız parmağın sahibi, sana 17 yıllık hayatını veren iki kişiden biriyse?..

Ya babansa seni vuran?.. Ve öldüren?..

* * *

Senin duyguların nasıl rengârenk bir yelpaze gibi açılıp çeşitlenmişti o gün! Akşama nişanın vardı... Evliliğe ilk adımın...

O aileden kurtuluşunun başlangıcı mıydı bu acaba? Yoksa bir başka meçhul kurtuluşu özleyeceğin yeni bir karanlık tünelin girişi mi? Bunu bilmiyorum.

Sevdiğinle mi nişanlanacaktın o akşam? Yoksa baban seni zorla sevmediğin birine mi vermeye hazırlanıyordu? 

"Başlık" istemiş miydi senin için? Senin karşılığında para, altın veya "bir miktar inek ya da koyun", mesela?..

Kaç koyun ederdin acaba?.. Seni satıp karşılığında beş koyun mu alınırdı, on koyun mu, yirmi mi?.. Bunu da bilmiyorum.

Hayatının bedelinin kaç koyun ettiğini bilmiyorum, ama kaç koyun "etmediğini" biliyorum...

Senin canının sekiz koyunluk değeri olmadığını dünkü gazetelerden öğrendim.

Ya sekiz koyunu getirecektin, ya da hayatını kaybedecektin.

Buydu bütün seçenekler!..

İkincisi oldu...

Ve sen öldün...

* * *

Gazetelere göre, 31 Ağustos 2012'de Ankara'ya bağlı Akyurt'ta bitmiş senin kısa hikâyen. Adın Sefariye imiş. Beş kardeşmişsiniz.

Baban Şevket Ateş bir önceki gün seni koyun gütmeye göndermiş. Döndüğünde "Sürüde sekiz koyun eksik" diyerek seni sıkıştırmış. Bütün aile gece boyu koyunları aramış, ama bulamamışsınız. Baban kahvaltıda seni tehdit etmiş:

- Ya iki gün içinde koyunları bulur getirirsin, ya da kurşunu yersin!..

Sen cevap vermemişsin. Cevap vermek yerine gülümsemişsin.

Neden gülümsedin, Sefariye? Alay mı ettin? Meydan mı okudun? Acı acı mıydı gülümsemen?..

Baban - bizim memlekette kendini sahiden erkek ve otorite zanneden her türlü vicdani sürüngenin kibirli tepkisiyle - sana son kez haykırmış:

- Sen kime gülüyorsun!..

Ve çekmiş vurmuş seni...

Bu kadar basit işte!

Gülmüşsün ve ölmüşsün...

Karnına giren kurşun henüz tam zafer kazanmamışken ve delip yırttığı yerlerde filizlenen ölüm tomurcuğunun seni tüketmesini beklerken, sen son insani tepkini dile getirmişsin. Acıdan çok şaşkınlıkmış bu:

- Beni vurdun, baba!..

"Baba" demişsin katiline. Kısa süre sonra da gitmişsin...

Sonrası iğrenç bir ahlaki (evet, hukuki olmaktan çok ahlaki) süreç olmuş. Aylarca herkes satmış seni. Annen, kardeşlerin, akrabaların... "Ne de olsa hayat devam ediyor" anlayışıyla ve katilden korkup "kazaydı, kendi kendini vurdu" diyerek yalan söylemişler. Hapisten kurtulmaktan başka hiçbir şey düşünmeyen zavallı ve korkunç baban-katilin ailede herkesi tehdit ederek "özgür" kalmaya çabalamış. Vicdandan değil, ama "cahil yalanı"ndaki beceriksizlikten dolayı ortaya çıkmış gerçek.

* * *

Öldüğün yer Akyurt. Hani Esenboğa Havaalanı'nın bulunduğu yer. Ankara yani. Başkentimiz...

İnsan hakları, demokrasi, özgürlükler üzerine en çok yalanın söylendiği şehir...

Kadınların eşitliği ve cinsiyetler arasındaki adalet üzerine de çok palavra atılır orada...

Ama kadınlarla erkekler ne orada aynı haklara sahiptir, ne de öteki şehirlerde...

Merkezi ve yerel iktidarlara binlerce insan geldi geçti... Ve onlarca parti... Sayısız lider ve yönetici...

Ne var ki hiçbir zaman kadınların ve kız çocuklarının aşağılanmasına, şiddet görmesine, tecavüze uğramasına, ensest kurbanı edilmesine, yaşı tutmadan ve rızası olmadan evlendirilmesine, toplumun bütün hücrelerinde, bu arada işyerinde ve ailede ikinci sınıf sayılmasına hakkıyla karşı çıkılmadı.

* * *

Aslında senin yok oluş hikâyen daha doğumunla başladı, Sefariye. Kız doğdun çünkü. Ev işleri falan yapacaktın tabii, ama birçok işe pek yaramayacaktın; dahası çevredeki erkeklerin dikkatini çekip babanın rahatını kaçıracak, hatta belki bin türlü bela çıkmasına yol açacaktın.

Asla eşit görülmeyecek bir işgücü ve erkeklere "keyif verici madde"ydin. Senden kurtulana kadar (yani senin tüm sorumluluğunu "doğru bir koca"ya devredene kadar) yakınlarını yoracak, mutsuz edecektin.

Bir inek veya koyun kadar net yararın yoktu. 

Sekiz koyunla ise kıyaslamak bile mümkün değildi seni.

Onun için o sekiz koyun kadar yaşayamadın...

 

Son olarak: Kıyaslamadan söz ettim de... Senin hikâyen bazı Türk gazetelerine "Gerçek Ünzile" olarak geçti.

Duymuş muydun Aysel Gürel diye bir kadını? Onun bir Anadolu turnesinde, bir köyde tesadüfen rastladığı beş kardeşli ve çocuk yaşında "birkaç koyun karşılığında" evlendirilen Ünzile adlı bir kız için yazdığı şiir, sonradan Sezen Aksu'nun sesinden hüzünlü bir çığlık olarak tüm ülkeye yayıldı.

Sen duydun mu Ünzile'yi sağlığında?

Duyup da aradaki benzerliğe acı acı güldün mü?

Hani ölmeden önceki son gülüşünle?..

 

   Ünzile insan dölü

   On kardeş beşi ölü

   Büyüdükçe un ufak

   Ve gelir de görücü...

   Varmadan sekizine

   Ergin oldu Ünzile

   Hem çocuk, hem de kadın

   On ikisinde ana...

   Yağmuru kim döküyor

   Ünzile kaç koyun ediyor

   Dayaktan uslanalı hiçbir şey sormuyor.