Bu ülkede en kolay ve risksiz şey, herhalde CHP’yi eleştirmektir.
İktidarı, yandaşı, sağcısı, solcusu, “orta yolcusu”, “kerhen oy vereni”, kendi milletvekili ve yöneticisi, hemen herkes eleştirir CHP’yi.
Doğrusu “astığım astık”çı yönetim tarzının ve otoriter liderlerin yanında, bu eleştiri yağmuru çok da kötü görünen bir iklim sayılmaz.
Bugünlerde CHP yönetimi yine eleştiri masasına boylu boyunca yatırılmış durumda.
Lider Kemal Kılıçdaroğlu’nun kaç kez “gitmem” dediği Beştepe’ye gitmiş olmasını da, bugünkü Yenikapı Mitingi’ne katılma kararını da eleştiren eleştirene.
Bu kararların CHP kitlesinde destek bulmadığını savunan Parti Meclisi üyesi Fikri Sağlar, Kılıçdaroğlu’nu kendi başına davranmakla suçluyor.
CHP İstanbul milletvekili Ali Şeker ve onun gibi düşünen birçok partili, AKP’nin “uzlaşma” görüntüsü içinde muhalefeti teslim alıp etkisizleştirmeye çalıştığını, buna alet olunmaması gerektiğini düşünüyor.
Böyle bir ihtimal yok mu?
Elbette var.
Bugünkü “güzel tablo”nun sonsuza kadar sürmeyeceği ortada.
O zaman birileri bundan daha kârlı çıkacak.
Türkiye’de yıllardır inisiyatifi elinde tutan ve ötekileri peşinden sürükleyen lider Erdoğan olduğu için, CHP’lilerdeki bu güvensizliği anlamak zor değil.
Siyasi mücadelenin yeni alanı: Uzlaşma
Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekten de birçok konuda usta.
Ama konu “uzlaşma” olduğu zaman...
Kimseye tepeden bakmadan eşit düzlemde ilişki kurmak, yapıcı üslup kullanmak, nazik davranmak, eleştiriye açık olmak, gerektiğinde geri adım atmak deyince...
Ne dersiniz, Erdoğan bu konularda da “önde” gelebilir mi?
Böyle bir anket var mı, varsa sonuçları nedir, bilmiyorum, ama sanırım ülkemizde “uzlaşma” deyince en fazla akla gelen parti lideri Kılıçdaroğlu’dur.
7 Haziran seçimlerinin hemen sonrasını hatırlayın. O dönemde - yapılan bir dizi trajik hatayı bir kenara koyarsak - siyasi ortama “uzlaşma” merceğinden bakıldığında, CHP liderinin öne çıktığını görebiliriz. Ne yazık ki bu süreç kısa sürdü ve başarısız oldu.
Kılıçdaroğlu’nu bir dizi konudan dolayı eleştirmek zor ve adaletsiz sayılmaz: Yıllardır yeterince güçlü muhalefet yapamaması, kitlesini sokağa çıkarmaktan kaçınması, “dokunulmazlık oylaması” gibi kritik anlardaki ürkek tutumu vs. vs.
Ama 15 Temmuz sonrasındaki genel çizgisinden ve bugünkü adımlarından dolayı ona yönelik eleştirilerin en azından biraz insafsız olduğunu düşünüyorum.
Darbe girişiminin ardından siyasi ortamda hızlı değişiklikler oldu. “Darbeye karşı çıkmak”, ülke siyasetinde çok geniş kesimleri birleştiren bir ortak paydaya dönüştü. İktidarın, önüne geleni “sen de darbecisin, FETÖ’cüsün” diye karalama şansı ortadan kalktı.
O gecenin yarattığı korkunun etkisiyle başlangıçta malum refleksleriyle sert konuşmaya devam ederek iktidarının eski gücünü koruduğunu göstermeye çalışan Erdoğan, kısa süre içinde tavır değiştirdi. Belki de 14 yıldır biriktirdiği imkânların nasıl kısa sürede alaşağı edilebilir hale geldiğini görerek gerçekten – ve daha "bilinçli" olarak – korktu. Ülke içindeki ve dünyadaki güçler dengesini göz önüne alarak (muhtemelen bu yolda partisinden gelen bazı uyarıları da dikkate alarak) belirgin bir tavır ve üslup değişikliğine gitti. Yumuşadı.
CHP ve MHP’den, daha düne kadar düşmanca davrandığı bazı medya gruplarına kadar bir dizi çevreyle dostluk havası içinde fotoğraf vermeye başladı. CHP ve MHP liderlerini Beştepe’de topladı. Çeşitli konuşmalarında uzlaşma vurgusunu öne çıkardı. Kendisine hakaret edildiği iddiasıyla açmış olduğu davalardan vazgeçeceğini açıkladı. Ve bugünkü Yenikapı Mitingi’nin muhalefeti de kucaklayan bir görüntü vermesi için çaba harcadı. (Bütün bu süreçlerden HDP’yi ve parlamentoya giremeyen partileri uzak tuttuğunu ekleyelim.)
Başlangıçta Yenikapı’ya kendisi gitmek yerine partisinden temsilcileri yollamak eğilimindeki Kılıçdaroğlu (Cumhurbaşkanı’nın “dışarda azalan şahsi itibarını yükseltmeye çalışmasını” ve OHAL’le KHK’ler konusunda kimseyi dinlemeden “3-4 kişi oturup karar alınmasını” gerekçe göstermişti), sonradan Erdoğan’ın ve Başbakan Yıldırım’ın ısrarlarına dayanamayarak kararını değiştirdi.
Mitinge katılma kararını açıklarken şartlarını da ortaya koydu: Meydanda parti (AKP) sembolleri değil, Atatürk ve ulusal değerler öne çıkarılacak, Dombra çalınmayacak, protokol ilkeleri uygulanarak konuşmacılara eşit süre verilecek...
Bu taleplerle ilgili bazı haberlerde Kılıçdaroğlu’nun “HDP’nin de orada olması” ve “temsil ettiği kitle açısından duygusal kopuşa yol açılmaması” gibi rahatsızlıklarına (veya dileklerine?) da yer verildi. Yani anlaşıldığı kadarıyla HDP’nin de çağrılması, CHP lideri açısından savunulabilir bir konu gibi görünmesine rağmen, örneğin, “herkesin konuşma süresinin aynı olması” gibi temel ve vazgeçilmez bir talep değildi.
‘Yumuşama iklimi’nin inisiyatifini ele geçirmek
Bugünkü mitingde neler olacak, göreceğiz (yazıyı geç okuyanlar için zamanı geçmiş bir cümle olacak bu). Bugün ve sonrasında “uzlaşma tablosu” ne kadar, nasıl ve nereye kadar gidecek, onu da göreceğiz.
Ama şimdiye kadar siyasi mücadelenin birçok alanında AKP’nin gerisinde kalan CHP açısından önemli bir fırsat doğmuş durumda:
“Yumuşama iklimi”nin inisiyatifini ele geçirme fırsatı!
Bu fırsatı kullanmanın bir yönü, uzlaşmayı geliştirecek, güçlendirecek adım ve öneriler hazırlamaksa, diğer yönü de “yumuşama”yı bir “tiyatro” olarak kullanmaya çalışanların içtenlikten uzak tavırlarını halka göstermek olmalıdır.
Bunun için CHP’nin eskisinden onlarca, yüzlerce kat daha fazla gayret göstermesi gerekir. Öyle “sıkı bir salı konuşması” ve birkaç “şık medya çıkarması” ile olmaz. Her gün birçok adım atılmalıdır.
Farklı siyasi partiler arasında “uzlaşma komisyonu” gibi yapılar oluşturulmasından tutun, bugün ağır basan yumuşama süreciyle çelişen tüm açıklama ve tutumların deşifre edilmesine (örneğin, Ekonomi Bakanı Zeybekci’nin “FETÖ’cüler güneş yüzü göremeyecekler, ‘gebersek de kurtulsak’ diye yalvaracaklar” söyleminden, AKP İstanbul milletvekili Burhan Kuzu’nun Avusturya Başbakanı Christian Kern’e yönelik “HS Gavur” twitine) kadar.
Aynı zamanda CHP, stratejik önem taşıyan ülkelerle acilen ilişki kurup “dünyadan soyutlanmış” durumdaki Türkiye’nin dışa açılan pencerelerini çoğaltıp aktifleştirme görevine de talip olmalıdır.
Ama her şeyden önce içerde “uzlaşma” ve “yumuşama” çizgisinin en başta hukuk devleti anlayışıyla, demokratik özgürlüklerin savunulmasıyla, insan haklarının güçlendirilmesiyle mümkün olduğunu gösterecek bir içerik ve tempoda mücadele edebilmelidir.
Ve belki de en önemlisi, CHP şu anda hiçbir başka partinin sahip olmadığı bir avantajını çok iyi değerlendirmelidir: Ülkenin bütün siyasi güçleriyle, parlamento içindeki ve dışındaki bütün partilerle diyalog kurma, onları da “ulusal uzlaşma” sürecine katma şansını sonuna kadar zorlamalıdır.
Kuşkusuz, burada en önemli mesele, iktidarla ve MHP’yle “darbeye karşı demokrasi” fikriyle bir araya gelen CHP’nin, HDP ile de “barış ve Türk-Kürt uzlaşması” adına bir araya gelebilmesidir.
Yoksa milyonlarca Kürdü ve ülkenin üçüncü partisini dışlayan bir “ulusal uzlaşma tablosu”, Kürtlere karşı “kibirli bir Türk ittifakı” haline gelmekten ve kanlı gelişmelere alet olmaktan kendini kurtaramaz.
HDP’yle ilişki kurarak, onu eleştirerek, onun eleştiri ve önerilerini alarak, karşılıklı işbirliği girişimleri gerçekleştirerek, onu da ulusal uzlaşma ve barış sürecine katmayı şu anda CHP’den başka kimse başaramaz.
CHP, CHP’liler, en başta da CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu için bu tarihî bir fırsattır.
Bu adımları atan bir CHP, kendini “yüzde 25 civarında kilitlemiş”, daha uzun süre iktidar yüzü görmeyebilecek bir düzen partisinden, muhtemelen yakın gelecekte yaşanacak yeni çalkantılar içinde toplumun birleştirici ve öncü gücüne dönüştürme şansını yakalayabilir.