Hakan Aksay

26 Kasım 2010

Sanatçıları tartışmasını öğrenmek

Türkiye sanatçılarını tartışıyor. Daha doğrusu sanatçıları tartışmasını öğrenmeye çalışıyor...

Türkiye sanatçılarını tartışıyor. Daha doğrusu sanatçıları tartışmasını öğrenmeye çalışıyor. 
Ve yapılan yorumlar artık tek bir cümleyle, tek bir renkle ifade edilemeyecek kadar farklı ve çelişkili boyutlar taşıyor.

Ahmet Kaya
’yı, Yılmaz Güney’i ve başka sanatçıları tartışırken, onların taşıdığı ya da insanların onlarda bulduğu özellikleri anlama yolunda samimi bir mücadele veriyoruz. 
Hissediyoruz ki, “Ahmet Kaya” deyince içinde pek çok farklı Ahmet Kayalar olabilir ve “Yılmaz Güney” deyince de pek çok farklı Yılmaz Güneyler...
Her tutumuyla, her özelliğiyle ve her anıyla katıksız iyi veya kötü insanları masallara ve eski Türk filmlerine terk ederek, kimin hayatımıza ve kültürümüze neler kattığını özümsemeye çabalıyoruz. 
Hoyratlığımızdan ve bize benzemeyeni mahkûm etmekten vazgeçerek, kültürel kazançlarımız için vefalı ve müteşekkür olma becerisini içimize sindirmeye gayret ediyoruz.
Benimseyemediğimiz yanları dolayısıyla sanatçıları karalamadan, kınamadan, aşağılamadan ve linç etmeden ele almaya ve onların bize kattığı değerlere sahip çıkmaya başlıyoruz.
Sanatçıları – biraz, ne birazı, epeyce gecikmeyle de olsa – oldukları gibi kabul etmesini öğrenmeye çalışıyoruz.

*      *      *

Biliyor musunuz, birisi bana “falanca sanatçıyı seviyorum” deyince içimde huzursuz bir kıpırtı duyarım. 
Yıllar boyu Moskova’da düzenlediğimiz kültürel etkinlikler için Türkiye’den ünlü isimler çağırırdık. Onların bir bölümünün günlük hayatta ne kadar büyük zaaflarla boğuştuğunu, ahlakî iskeletlerinin ne derece esnek olduğunu şaşarak görürdüm. Ve yapılan filmi, söylenen şarkıyı, yazılan şiiri ve romanı, onları üreten ve icra edenlerden ayırmasını öğrendim. Ya da öğrenmek gerektiği sonucunu çıkardım.
Mükemmel bir sanat eseri yaratan insan, bazen mükemmellikten çok uzakta bulunabiliyor. 
Çünkü sanatçılar için iki ayrı boyut var: Yaşamak ve yaratmak. Yaşarken çoğu kez sıradan insanlar gibi (“herkesin içinde bulunduğu pislikte”) var olabiliyorlar. Ama ürettikleri, sıradan insanların asla yaratamayacağı değerler oluyor.

*      *      *

Skandallarla dolu özel hayatıyla ilgili suçlamalar, Byron’ın Don Juan’ının ve romantik şiirlerinin etkisini silebiliyor mu?
Eserleri Hitler’e ilham verdi diye Wagner’in adını iyi besteciler listesinden silecek miyiz? (İsrail’de böyle düşünenler az değil.)  
Öz kızıyla yattı diye Molière’in, şiddet merakı olduğu için Hemingway’in, alkole düşkünlüğünden dolayı Yesenin’in edebiyat dünyasındaki özel yerini görmezden mi geleceğiz?...
Arabesk dinleyenlere karşı tahammülsüzlüğünü “yavşaklar” diyerek dile getiren Fazıl Say’ın ülkemizin en iyi müzisyenlerinden biri olduğu gerçeğini hasır altı mı edeceğiz?.. 
Büyük sanatçıların zaafları ile eserlerini nasıl birbirinden ayıracağız?
Eşcinsel olduğu bilinen ünlü besteci Çaykovski’yi bir erkeği taciz ettiği gerekçesiyle Çar III. Aleksandr’a şikâyet etmişler. Canı sıkılan Çar şöyle cevap vermiş:

- Kesin yakınmayı; Rusya’da çok g...t var, ama Çaykovski tek!..

*      *      * 

“Büyük adamlar”
kendi ahlak anlayışını yaratmada genellikle daha cesur oluyorlar. Siyasetteki, sanattaki, bilimdeki, spordaki güçlü konumları onları zırh gibi koruduğu için. Sıradan insanlar ise bu zırhı hemen fark edip çifte standart mekanizmasını provasız çalıştırıveriyor.
Örneğin, kendi evindeki eşcinsele baskı uygularken sahneye çıkana hayranlık duyuyor. Kızına asla giydirmeyeceği giysiyi, ünlü bir şarkıcının üzerinde görünce büyüleniyor. 
Otoritelerin zaafları görmezden gelinebiliyor. 
Ta ki, putların kırılma mevsimi başlayana kadar... O mevsim geldiğinde “kitleler”, sadece “adalet” istemekle kalmıyor, “büyük adamlar”ın zaaflarını acımasız bir hırsla yerden yere vurup, onları kendi düzeyine indirmekten sadistçe bir keyif duyuyor. 

 *       *      *

77 yaşındaki Roman Polanski dünya sinemasının yaşayan en ünlü yönetmenlerinden biri.  
1977’de Samantha Geimer adlı 13 yaşında bir kıza tecavüz ettiğinden dolayı ABD tarafından “aranıyor”. Yıllardır Fransa’da yaşayan Polanski, geçen yıl ödül almaya gittiği İsviçre’de tutuklandı, 4,5 milyon dolar kefalet ödeyip bileğine elektronik bilezik takarak geçirdiği “ev hapsi” döneminin ardından serbest bırakıldı. Ama tartışmaları hâlâ bitmedi.
Bir yanda Nazi döneminde geçen zor çocukluğu, daha sonradan yaşadığı büyük travmalar... 
Yarattığı Chinatown (1974), Tess (1979), Acı Ay (1992), Piyanist (2002), Hayalet (2009) ve daha birçok önemli eser...
Diğer yanda yıllar öncesine dayanan sicili...
Hangisi daha doğru: Polanski’yi “ırz düşmanı” olarak görüp mahkûm etmek mi?.. Hatta filmlerini boykot etmek mi?.. Ya da “zamanaşımı” dolayısıyla (ve Geimer’in davadan çoktan vazgeçtiğini de göz önüne alarak) O’nu affetmek mi?.. Veya “Kötü(lük etmiş olan) Adam’ın yaptığı iyi filmlerin değerini” ayrı bir yere yazmak mı?..

*      *      *

Yazının başında Türkiye’nin sanatçılarını tartışmasını öğrenmeye çalıştığını ve artık onları karalamadan, kınamadan, mahkûm etmeden ele almaya ve onların hayatımıza kattığı değerlere sahip çıkmaya başladığını yazdım.
Bunu aşırı iyimser bir yargı olarak niteleyebilirsiniz. Bilmiyorum, haklı olabilirsiniz. 
Artık Ahmet Kaya’ya sadece “Kürt” dediği için yuh çekip çatal fırlatılan bir ortam yok belki...
Ama 2010 Türkiye’sinde onun, Yılmaz Güney’in ve hatta Nâzım Hikmet’in mezarlarının, ülkemiz topraklarındaki sükûnetli yerini alabileceğini gönül rahatlığıyla iddia edebiliyor muyuz?