Hakan Aksay

04 Ağustos 2013

Ölmüştü ve elinde Milliyet gazetesi vardı...

25 yıllık eşi 'kuması' olarak görüp kıskandığı gazeteler yüzünden ondan boşanmak istemiş...

Aşktan söz ederken banallikten kaçınmak çok zor, biliyorum. Bahsettiğiniz hangi tür aşk olursa olsun. Şimdi anlatmaya çalışacağım konu, insanın bir gazeteye karşı duyduğu aşk.
 
Hayır, sadece bir gazetenin okuru olmak değil. Onun haberlerini ve köşe yazarlarını beğenmek değil. Onun siyasi çizgisini desteklemek falan da değil. 
 
Gazeteyle hayatını birleştirmek. Onu sürekli sevmek ve her gün özlemek. Her sabaha onunla başlamak. İlk "temas"tan sonra onunla "evire çevire" ve saatlerce birlikte olmak. Birinci sayfanın siyasi manşetlerinden içerdeki kısa haberlere, bağımlısı olunan köşe yazarlarından vazgeçilmez spor sayfalarına kadar... 
 
Onu sevmek, onunla sevişmek. Onun kokusunu içine çekmek. Onun boyasıyla, renkleriyle kirlenmek. Ondan geriye kalan tatlı yorgunlukla uykuya dalarken, ertesi günkü buluşmanın heyecanında tatlı bir keyif yakalamak.
 
Benim hayatımda benzeri tutkular oldu. Farklı zamanlarda birkaç gazeteye çok bağlandığımı hissetmiştim. Onlarla mutlu olduğumu, hatta onlarsız yapamayacağımı. Kimisi yaşamıyor artık, kimisi yaşasa da artık yüreğimin çok uzaklarında.
 
Aşk mıydı hissettiğim? Bilmiyorum.
 
Ama geçmişte bazı insanların gazeteleriyle ilişkilerine bakınca, kendi tutkuma aşk demeye çekiniyorum. Vardı bu türden insanlar. Gazetesine hayat gibi bağlananlar. Onu sevip koklayanlar. Onunla günlerinin önemli bir bölümünü geçirip mutlu olanlar.
 
Artık pek rastlanmıyor böyle aşklara. Şimdi paranın ve iktidarın karanlık gölgesi, değil aşka, güven ve saygı duygularına bile yer bırakmıyor.
 
Yazık, çok yazık...
 
 
Bir arkadaşımdan beklenmedik bir mektup aldım; içim cız etti ve hiç tereddütsüz ondan öğrendiklerimi yazmaya başladım.
 
Eski bir mektup bu. Şimdi en az üç kişi biliyor bu mektubu: Onu yazan arkadaşım, mektubun alıcısı olan Fikret Bila ve bir buçuk yıl sonra onu okuyan ben...
 
Milliyet’in Karacanlar ile Demirörenler arasında kalıp sarsıntı geçirdiği günler. 29 Aralık 2011’de Fikret Bila “Milliyet’in geleceği” başlıklı bir yazı yazar. Yazıda şu cümleler vardır:
 
“Milliyet, Türk basınına evrensel gazetecilik ilkelerinin taşınmasına öncülük etmiş bir gazetedir. Milliyet’i sert rekabet koşullarında hep başarıya götüren bu değerleri, bu değerlerle yetişen kadroları ve desteğini hiçbir zaman eksik etmeyen bilinçli okurları olmuştur. Abdi İpekçi çizgisinde kökleşen değerleriyle Milliyet bir gazetecilik ekolüdür. Milliyet’in ‘basında güven’ sloganıyla anılmasının nedeni de budur.”
 
Bila, yazısında Demirören ve Karacan ailesinin gazeteye yaklaşımlarını değerlendirir ve onların arasında kalan gazetesine sahip çıkmaya çalışırken “sıkıntılı günler”den söz eder.
 
* * *
 
Arkadaşım “babadan kalma” Milliyet okurudur. Hatta onun için Milliyet “baba yadigârı” sayılır. Bila’nın yazısını okuyunca çok duygulanır. Hemen oturup ona “Bırakın benim Milliyet’imi yaşasın” başlığıyla bir mektup yazar.
 
Mektupta çok özel anılarını ve geçmişten bugüne taşıdığı en önemli sevgisini anlatır: Yıllar önce ölen babasını...
 
İşte bir solukta okuduğum o uzun mektup, bana bir insanın bir gazeteye nasıl âşık olabileceğini gösterdi; medya, daha doğrusu basın ile okur arasındaki ilişkinin nasıl olabileceğini artık sislerle kaplı geçmiş günlerden çıkarıp bu ana getirdi; sevindirdi, hüzünlendirdi, şaşırttı, güldürdü ve ağlattı...
 
Atilla Bey’in gazetelerle tanışıklığı çocukluğuna dayanıyormuş. Babasını küçük yaşta kaybettikten sonra, kardeşlerine bakabilmek için sabahları 5’te kalkıp gazete satar, sonra da okula gidermiş. Bazen satamadığı gazeteleri eve getirir, uzun uzun okurmuş. Gazete sevdası o dönemde filizlenmiş.
 
Ve giderek öyle tutkulu bir aşka dönüşmüş ki, gününün önemli bir bölümünü gazete okumaya ayırır olmuş. Evine hemen hemen bütün günlük gazeteler girermiş. Dahası, yolda yürürken yerde gördüğü gazete sayfalarını bile çevirip okuyacak kadar tutulmuş gazetelere...
 
Bütün gazeteler arasında Milliyet’in yeri başkaymış. Sabahları apartman görevlisinin getirdiği gazeteler aile üyelerine dağılırken Milliyet mutlaka Atilla Bey’in eline geçermiş. Hatta bazen daha önce kimse okumasın ve buruşturmasın diye Milliyet’i halının altına saklarmış. 
 
Gazeteyi aldığında önce onu koklayarak selamlarmış. Tüm gün boyunca bir "koruyucu" gibi yanında taşırmış. Haberleri ve yazarları tekrar tekrar okurmuş. 1979’da Abdi İpekçi öldürüldüğünde çok üzülmüş, çok ağlamış. (Şimdi ölen veya görevden ayrılan gazetecilerin arkasından gözyaşı döken kaç kişi var acaba?) 
 
İş o raddeye varmış ki, 25 yıl evli kaldığı karısı Atilla Bey’i “gazetelerden kıskanmaya” başlamış; gazetelere düşman olmuş, hatta birkaç kez “kuması” olarak gördüğü gazeteler yüzünden kocasından boşanmak istemiş.
 
Bir gün... bir bayram günü... 29 Ekim 1997’de... bir hastanenin bol gazete ile dolu odasında, Atilla Bey hayata veda etmiş. Son nefesini verirken elinde bir gazete varmış. Ölümüne (dek) sevdiği Milliyet...
 
* * *
 
Arkadaşımın, babasından kalan gazete Milliyet’in hep yaşaması isteğiyle, neredeyse vazgeçilmez bir görev duygusuyla gönderdiği iletiye Fikret Bila’dan cevap gelmiş:
 
“Ne diyebilirim ki; okuduğum en güzel Milliyet yazısı. Milliyet’i o kadar güzel anlatmışsınız ki, daha iyisi olamaz. Yılların Milliyet mensupları bile Milliyet’i böyle anlatamazdı. Babanızla ilgili olarak çizdiğiniz profil, Milliyet’in de profili aynı zamanda. Cumhuriyet’i, demokrasiyi, aydınlıği, öğrenmeyi, doğru bilgiye ve bunlara dayanarak ülkeye ve dünyaya doğru bakabilmeyi; gerçeği tüm yönleriyle görebilmeyi temsil ediyor Milliyet ve onun sadık okuru rahmetli babanız. Yazınızı 26 yılını Milliyet’e vermiş biri olarak  saklayacağım.”
 
Bila’nın ertesi günkü (30 Aralık 2011) yazısının başlığı “Milliyet’in değeri”dir ve içinde şu satırlara yer verilmiştir:
 
“Gazeteler ticarete konu herhangi bir mal veya ürün olarak görülemezler. Kamuoyuna bilgi vermek, kamuoyu oluşturmak ve kamuoyu adına erkleri denetlemek gibi özel bir işlevleri vardır. Bu özellikleri nedeniyledir ki, gazetecilik kamu hizmeti niteliği ve sorumluluğu da taşır. Gazeteler herhangi bir ürünün üretildiği fabrikalar, gazeteciler de Taylorizmin vida sıkıcıları değildir.”
 
Nedense Bila’nın bu sözleri de, Atilla Bey’in içten ve hüzünlü öyküsü gibi acı veriyor bugün. Ama doğru elbette: “Gazeteler herhangi bir mal veya ürün olarak görülemezler.” Özel bir emek, bilgi ve vicdan yüklü bir iştir gazetecilik. Duygu yüklüdür. 
 
O duygular ki bir insana çocukluk yaşından kavrayarak ölüm döşeğine kadar eşlik etmiştir. Hatta belki ölümün bile okuru gazetesinden ayıramayacağı hissini doğurmuştur.
 
Belki de bu yüzden, Atilla Bey’in küçük kızı, henüz babasının sıcaklığını taşıdığını düşündüğü mezara ısrarla o günkü gazeteleri koymaya çalışmış, bunu anlamayan yetişkinlerin engelleri karşısında hıçkırıklarla isyan etmiştir. 
 
@AksayHakan