Uçağa bindim. Moskova-İstanbul uçağı.
Koskoca Boeing. Kim bilir kaç ton! Ama kuş gibi havalandı.
Bunca metal nasıl uçuyor, anlayamıyorum; Allahtan havalanması için benim anlamam şart değil.
Cam kenarından Moskova giderek küçülüyor. Böyle tepeden bakınca ne kadar güzel ve masum bir kent...
İşte vaktiyle 20 yıl yaşadığım yerde kısa bir misafirlik dönemini daha geride bıraktım. Peki, bu günlerin tortusu olarak ne kaldı?
Rusları ve bu arada bazı arkadaşlarımı kısa sürede çok değişmiş buldum. Milliyetçilik ve savaşkanlık damarları kabarmış. Eskiden en fazla küçümseyici bir edayla dalga geçtikleri Ukraynalıları bir çırpıda düşman ilan edenler az değil. Eleştiri kokan görüş şöyle dursun, kuşku içeren soruya bile kızıyorlar. Sinirler çok gergin. 20 yıl kadar önceki Rus-Çeçen Savaşı'nın başlangıcında olduğu gibi.
Kendi sorunlarını tümüyle unutmuş görünen "sokaktaki adam", Kırım'ın Rusya'ya katılmasını her şeyin üzerinde tutuyor sanki.
"Sokaktaki kadın" ise ayrı mesele... Isının 30 derece civarında dans ettiği Moskova'da sokaklar yarı çıplak kadınlarla dolu. Acaba bu kadar cazip kadından ne kadarı âşık ve ne kadarına âşıklar?..
Neyse, biz sokakları bırakıp mezarlığa gelelim. Hayır, yine ölüm değil konumuz. Sadece Moskova'nın en güzel mezarlığına, Novodeviçye'ye gidiyoruz. Orada yatan şairimiz Nâzım Hikmet'e.
Çünkü geçen salı 3 Haziran'dı. Yani O'nun ölüm yıldönümü. Ve anma günü...
* * *
Mezarı başında konuşmalar yapılıyor yine. Anma etkinliklerinin organizatörü Türk işadamları, Türkiye'den gelen konuklar, sanatçılar, şiirseverler... 18 yıllık kitlesel anma geleneği yaşıyor, yaşatılıyor.
Konuşmalarda birçok gerçek farklı üsluplarla bir kez daha dile getiriliyor.
Tekrarlandıkça kurur mu acaba duygular? Yoksa tekrar tekrar canlanır mı? Aşkın ve duygunun gücüne bağlı herhalde...
"Hava kurşun gibi ağır"ı kurşun gibi saydırmak kolay bu mikrofona! Ağır, elbette ağır... On yıllar önce de ağırdı, şimdi de ağır bizim memleketin havası. Türkiye'nin kaderinde var, değişip değişip de bir türlü değişememek. Devletin kendi insanından nefret etmesi, onu her fırsatta ezmesi...
Ama sevgiden, aşktan uzak olan sadece devlet mi? Ya biz, sokaktaki, mezarlıktaki, uçaktaki ve her yerdeki insanlar? Bizim sevgiyle, aşkla aramızdaki mesafe ne kadar?
Kaçımız aşığız? Kaçımız âşık olduk? Kaçımız bu işin sırrını "münasip birinin bulunup evlenilmesi" yekûnuna bağlayıp çözdüğünü sandı?
Kaçımız, mesela, Nâzım kadar ve Nâzım gibi sevebildi?
Sadece "kurşun gibi ağır havalarda" ortaya çıkıp "bağır bağır bağırmıyordu" şair... Yüreği pır pır ettikçe bağırıyor, ağlıyor, gülüyor, hatta ölüyordu.
En az "kavga şairliği" kadar "aşk şairliği" de vardı Nâzım'ın. Görüp de okuyabilene, okuyup da anlayabilene...
* * *
Kaç kez siyasetin kanlı ve zindanlı ölüm çemberinden geçirip riske attığını hayatını, hiç kavga etmeden tek bir kadın uğruna feda edebilecek kadar aşka teslimdi Nâzım.
"Gelsene dedi bana,
Kalsana dedi bana,
Gülsene dedi bana,
Ölsene dedi bana...
Geldim,
Kaldım,
Güldüm,
Öldüm..."
Ne kadar "ölümüne" bir aşk, değil mi?
Ve ne kadar yürek yarası kelimeler?..
Öyle değil mi?
Yoksa siz şiirden anlayan saygıdeğer aydınlar olarak büyük şairin kelimelerinin önünde eğilirken, yaşanan aşkı "biraz abartılı" mı buluyorsunuz?
Veya "isabetsiz"?..
Şiirden anlayan...
Ama aşktan anlamayan...
Ve hoyratça kırlardan yağmalanmış papatyalar misali, bir yerlerden devşirdiğiniz şiirlerden alıntıları harmanlayıp bazen içli sesinizle egonuzun önüne kırmızı halılar gibi uzatan, ama gerekirse kimi aşklara not vermek, âşıkları yargılamak hakkını da kendinizde gören "aydınlar"dan mısınız?
* * *
Nüzhet, Piraye, Münevver, Vera... Lena'dan Galina'ya kadar bilinen ve bilinmeyen aşkları, eşleri, sevgilileri, "kaçamakları"...
61 yıl yaşayan, ömrünün 13 yılını hapislerde geçiren, 20. Yüzyıl'ın en önemli şairlerinden biri olan Nâzım'ın kadınları...
Şiirleri ve kadınları... Kadınları ve şiirleri... Her iki durumda da "ve" bağlacının bulunduğu bir yerlere denk düşen duygular... En önemlisi o duygular değil miydi?..
"Duygu iyi! Kelimeler harika! Ama kadınlardan bazıları..."
Bir dakika! Orada durun!
Ne "Pirayeci" veya "Münevverci" olun, ne de Vera ya da Galina'nın isminin arkasına gizlenerek ötekilerine laf dokundurun!
Şairin özel hayatı, belki eşsiz şiirleriyle beraber dalgalarından bazıları bir parça da olsa size kadar ulaşan koca ve gizemli bir deniz... Ama siz o denizi bulandırma ve kirletme hakkına sahip değilsiniz. Boş verin "Nâzım adına" onun kadınlarını (kadınlarından bazılarını) eleştirmeyi, karalamayı!
Şairi çok seviyor, onu ve eserlerini çok iyi biliyor, hatta kendisini tanıyor olsanız bile, bu sizin Nâzım'ın üzerinde bir hakkınız olduğu anlamına gelmez. Olsa olsa, tersine, onun ve eserlerinin sizin üzerinizde hakkı vardır...
* * *
Uzun yıllar sessiz ve derinden, bazen da açıktan dillendirilen bir "taraf tutma" ve "müdahale etme" haliydi bu. Şimdilerde azaldı, çok şükür. Bitmedi gerçi.
Vera ile defalarca görüşme, evine gitme şansına sahip oldum. Ölmeden önceki son 3 Haziran'da onunla birlikteydik. Sabah mezar başında, akşam düzenlediğimiz gecede-konserde. Etkinlikleri, bugünkü gibi, Rus-Türk İşadamları Birliği düzenliyordu. Yıllardan 2000'di ve küskünlüklerin geride kalması için önemli bir adım atılmış oluyordu. O yıl ilk kez devleti temsilen Moskova Büyükelçisi Nabi Şensoy da aramıza katılmıştı.
Bu etkinliklerin organizatörü olarak bana saygı duyduğunu, ama asla katılmak istemediğini söylemişti ilk konuşmalarımızda. Sonradan fikir değiştirdi. Ve geldi. Uzun bir günün ardından geç saatte onu evine yolcu ederken, gözlerinde sevinçten çok daha fazlasının olduğunu görmüştüm.
Şimdi Nâzım'ın yattığı mezarın hemen önünde, bazen özensiz gözlerin dikkatinden kaçan bir yerde yatar Vera.
On yılların geleneği Nâzım'a kırmızı karanfil bırakmaktır 3 Haziranda. Benim ve bazı arkadaşlarım için bir karanfil Nâzım'ın hakkıdır, ikincisi ise son eşininin...
Mezarı başında yapılan konuşmalardan sonra gökyüzüne salıverilen beyaz güvercinlerin bir kısmı onlara, diğerleri de öteki aşklarına selam uçurmak içindir.
* * *
Uçak inişe geçti. Bulutların gerisinden İstanbul göründü. Böyle tepeden bakınca ne kadar güzel ve masum bir kent...
Yeryüzüne yaklaşırken düşündüm; öteki kadınları nerede Nâzım'ın? Yaşayanlar, göçenler?.. Oğlu, "Mehmeti" nerede?..
Ya bilinmeyen aşkları?
Daha önemlisi, bilinmeyen şiirleri?
Nâzım'la ilgili her şeyi bilmiyoruz. Eserleri bile sonuna kadar bulunup yayımlanabilmiş değil. Araştırmacılar sağolsun, her yıl yeni katkılarla Nâzım hazinemizi genişletiyorlar.
Daha çok kitabı basılacak umarım. Ama basılmasından daha önemli olan, okunması. Okunması ve anlaşılması. Hissedilmesi... Ruhuna dokunulabilmesi...
Düşündüm de... Utandım biraz. Çoktandır Nâzım'ın şiirleriyle yeterince beslemedim galiba yüreğimi.
Bilinen şiirlerinin yanı sıra, biraz daha kenarda köşede kalan, ama çok etkileyici olan diğerleriyle de...
Şunun gibi, mesela:
"Berlin'de Astorya Lokantası'nda
bir garson kız vardı,
gümüş damlası gibi bir kız.
Yüklü, ağır tepsilerin üstünden gülümserdi bana.
Yitirdiğim memleketin kızlarına benzerdi.
Ama bilmem ki neden
gözlerinin altı çürürdü kimi kere.
Nasib olmadı
baktığı masalara bir türlü oturamadım.
Bir gün bile oturmadı baktığım masalara.
Yaşlı bir adamdı.
Hastaydı da sanırsam,
perhiz yemekleri yerdi.
Yüzüme kederli kederli dalmayı bilir
Almanca bilmezdi ama.
Üç ay, üç öğün gelip gitti,
sonra kayboldu.
Belki memleketine dönmüş
belki dönmeden ölmüştür."
@AksayHakan