Hakan Aksay

01 Nisan 2018

‘Komünistler Moskova'ya!' sloganından bu yana değişenler ve değişmeyenler

"Bugün hapse tıkmak yerine 'terk et!' demek, hele bir de 'bilet paralarını verip göndermek' neredeyse demokratik bir tavır olarak görülebilir"

Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle dedi:

“Bazılarının burayı yaşanmaz bulup yurtdışına gitmeyi söylediğini duyuyorum. Bunların bilet paralarını verip göndermek lazım. Çünkü bunlar ülkemize yük.”

Birkaç gün önce de Boğaziçi Üniversitesi'nde gözaltına alınan öğrenciler için şunları söylemişti:

“O komünist, o vatan haini, terörist gençlere üniversitede okuma hakkı vermeyeceğiz!” 

Bu iki açıklamanın ardından bilincimde canlanan düşünceler kısa sürede anılara uzandı.

*   *    *

“Komünistler Moskova’ya!”

Bu ak sakallı ve kara yürekli slogan, Türkiye'de on yıllar boyunca meydanlardan ve gazete sayfalarından zehir saçmıştı.

Hedefinde her zaman komünistler olmazdı; farklı düşünen, muhalefet eden herkesin üzerine sıçrayabilirdi. Ortalarda pek komünistin olmadığı 50'li yıllarda Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri birbirlerine “komünist” diyerek hakaret etmeyi marifet sayarlardı.

70'li yılların ikinci yarısında ve 80'lerin başında söz konusu slogan, neredeyse tetiği çekilen silahtan çıkan kurşun gibiydi; sonrasında sık sık ölüm, yaralanma, işkence ve hapis getirirdi.

Bir arkadaşım, bu slogandan en çok etkilenen kişi olduğumu söyleyerek benimle dalga geçmişti. Çünkü vaktiyle slogana içtenlikle uyarak Moskova'ya gitmiştim. Gidiş o gidiş! Dönüş bavulunu toparlamam 26 yıl sürmüştü.

Bu arada “komünizm” Rusya'yı terk etti. Artık diğer ülkelerden komünistler değil, iş dünyasının temsilcileri, tüccarlar akın ediyordu aynı diyarlara.

Bu durum beni fazlasıyla etkilemişti. İlk kitabımın adını “Kapitalistler Moskova’ya!” koymuştum.

*   *    *

Ancak Anadolu'nun hafızasında, komünizm ile Moskova kelimeleri, en azından komşu bölmelerde yer almaya devam etti.

İlk kez on beş yıl kadar önce (yani Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından çok sonra) mitinglerde ciddi ciddi bu sloganı atıp sinirli el kol işaretleri yapan insanları gördüğümde çok şaşırmıştım.

Son yıllarda artık şaşırmadan aynı sloganı kim bilir kaç kez duydum.

Bir keresinde okuduğumu not almıştım. 20 Haziran 2013 tarihli Milliyet Blog'da yayımlanan bir yazıda şöyle deniyordu:

“Türkiye’de komünizm tehlikesi yok diyenlere cevap! Gezi Parkı olayları komünizmin Türkiye için nasıl büyük bir tehlike olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bu insanlar sosyal adalet, eşitlik, özgürlük adına sokaklara dökülüyorlar. Ama komünizmin insanlara ne büyük acılar ve sıkıntılar getirdiğinden hiç haberdar değiller...”

*   *    *

Komünizm ve Türkiye...

Tehdit ve küfürleri bir kenara bırakırsak bu iki kelimenin “tanışıklığı” çok eskilere uzanıyordu.

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı kazanmamızın etkenlerinden biri de, 1917 Ekim Devrimi sonrasında Mustafa Kemal yönetimindeki yeni Türkiye'ye silah ve para yardımı yapan Bolşevik Rusya'ydı.

O karmaşık ve kanlı dönemde, 10 Eylül 1920'de Türkiye Komünist Partisi (TKP) kurulmuştu. Bundan 4,5 ay kadar sonra da partinin lideri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Karadeniz'de öldürülmüştü.

Sonradan korkunç ve ilkel bir antikomünizmin etkisi altına girdi Türkiye.

Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın 40’lı yıllarda söylediği “Bu memlekete komünizm gerekiyorsa ve komünizm yararlı bir şeyse onu da biz getiririz, size ne oluyor?” sözleri de bu tarihin içinde yer aldı...

Üçüncü cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın 80'li yıllarda dile getirdiği “Bu kış Türkiye'ye komünizm gelecek” kehaneti de...

Dahası halk arasında “komünizmde aile ve namus yoktur; evine gelen erkek başkasının şapkasını görürse karısını ona bırakıp çıkar” gibi yalanlar bile kolayca etkili olabildi.

*   *    *

1961'de doğan Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965'te kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu ve Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ), sonradan ortaya çıkan parti ve örgütlerle komünizm ve sosyalizm düşüncesi yaşatılmaya çalışıldı.

Kim bilir kaç kişi bu mücadelede öldü, sakat kaldı, yıllarını hapislerde geçirdi.

Köprülerin altından çok sular aktı.

Komünist idealleri kullanarak kurulan düzenlerin adaletsizliği, hatta katliamları ortaya çıktı.

“Sosyalist sistem” olarak adlandırılan ülkeler ittifakının çöküşünden sonra komünizm fikri zayıfladı.

Ama Türkiye'deki antikomünizm hep tetikte, hep azgın kaldı.

*   *    *

“Merhaba Rusya”

Yıllar önce Rusya'yı birçok yönden anlatmaya çalıştığım bir kitap yazdım. Adı böyleydi.

Kitap çıktığında uzun süredir Rusya'da yaşadığımı bilen bazı tanıdıklar dalga geçmişti:

“Hakan Bey, sizin artık Rusya'ya elveda demeniz gerekirken hâlâ daha merhaba diyorsunuz.”

Kime ve neye ne zaman merhaba, ne zaman elveda denmesi gerektiğini bilmek, önemli bir beceri olmalı.

Sovyetler Birliği’ne gittiğimde “misafir” olduğumu unutmamaya kararlıydım. Çünkü o zamanlar komünisttim ve orada öğrendiklerimi memlekette, devrimci mücadelede kullanacaktım.

80’li yılların ortalarındaki hızlı değişiklikler, Gorbaçov’un “açıklık ve yeniden yapılandırma” politikası, benim TKP’yi yakından tanımam, derken, memlekete döner dönmez komünizmden de, örgütlülük fikrinden de iyice uzaklaştım.

Çok sevdiğim mesleğime sıkıca tutunarak bağımsız kalma fikrimi adım adım pekiştirdim.

*   *    *

Bir gazeteci olarak tekrar gittiğim Rusya’daki baş döndürücü gelişmeler, kısa sürede oraları tanınmaz hale getirdi.

Bir taraftan Rusya’da yaşadığım onca yıldan ve oralıların kaderine ortak olmamdan dolayı kendimi “bir Rus gibi” hissetmeye başlamıştım.

Diğer taraftan vahşi kapitalizmin her adımıyla kendimi oralara yabancı hissediyordum.

Bu arada güçlenen Rus milliyetçiliği bana “gerçekten de bir yabancı” olduğumu daha sık hatırlatmaya başlamıştı.

Yorulmuştum.

Önüme başka hedefler koyarak memlekete dönerken Türkiye’nin beni bando ile karşılamayacağını ve her şeyin toz pembe olmayacağını biliyordum.

Bu arada bir kitap daha yazdım. Rusçaydı. Adı “İkinci Vatan”dı.

Putin’in sözcüsü Peskov kitabımı ilk gördüğünde şaka yapmıştı:

“Hangisini kastediyorsun? Türkiye mi senin ikinci vatanın, yoksa Rusya mı?”

Gülümsedim.

Aslında bu, o dönemde hayatımın zor bir sorusuydu.

İki vatanım olduğunu düşünüp onları çeşitli ölçütlere göre sıralamaya çalışıyordum.

*   *    *

Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesiyle yeni bir dönem açıldı.

Artık Rusya’da Türk olmak çok zordu. Rus milliyetçiliğinin en başta gelen hedeflerinden biri Türklerdi.

Sonra ne mi oldu?

İki devletin liderleri kendi aralarında bir oyun oynamaya girişerek barıştıklarını ilan ettiler.

Ama sadece onlar değil iki ülkeden daha birçok insan da bunun bir oyun olduğunu ve bir gün biteceğini biliyorlar.

Bu arada son yıllarda Rusya’ya her gidişimde kendimi nedense oralarla vedalaşır gibi hissediyorum.

Ve oradan her dönüşümde memleketteki durumun daha kötüye gittiğini görerek bir zamanların “birinci ve ikinci vatanlarım” düşüncesini hüzünle hatırlıyorum.

*   *    *

“Komünistler Moskova’ya!”

Bu slogan hâlâ ölmedi.

Türkiye’de komünizm düşmanlığı şu ya da bu halde yaşamaya devam ediyor.

Üstelik hedefindekilerin çoğu komünist değil.

O sloganın bir de kardeşi var: “Ya sev ya terk et!”

Ve doğrusu içinde bulunduğumuz şartlarda hapse tıkmak yerine “terk et!” demek (hele bir de “bilet paralarını verip göndermek”) neredeyse demokratik (!) bir tavır olarak görülebilir.

Vatan’a gelince.

Taşını, toprağını, denizini, dağını, ovasını hayranlıkla, huzurla, bazen de heyecanla kucakladığım bu memleketin bir parçası olmak bana keyif veriyor.

Ama siyasetiyle, hukuk(suzluğ)uyla, toplumsal düzeni ve alışkanlıklarıyla, mevcut ahlak ve vicdan düzeyiyle birlikte ne “memleket” beni benimsemeye niyetli, ne de ben onunla kaynaşabiliyorum.

Vatan’ın göbeğinde, “Vatan hasreti” ile yaşamak insanın yüreğini yakıyor.