Hakan Aksay

29 Haziran 2014

Kış Uykusu: 'Elbette hepimiz aydın ve entelektüeliz, ama...'

Nuri Bilge Ceylan'ın isabet ettirdiği hedefte, aydınlar duruyor. Ya da kendini aydın, hatta entelektüel sananlar

Film üzerine niye yazı yazılır?

Üstelik 2014 Cannes Festivali'nde koskoca Altın Palmiye ödülünü kazanan bir film üzerine?

"Ben asla sanattan kopuk biri değilim; popüler filmleri de 'vakitlice' seyrediyorum işte" mesajını vermek için mi?

Onu beğenen ve savunan sanatseverler arasında seçkin bir yer işgal edip izlemeyenlere önerme görevini ifa etmek için mi?

Sanat eleştirmenliğinde şahlanma fırsatını yakaladığına karar verip, "Ben öyle Cannes'mış, Nuri Bilge Ceylan'mış falan dinlemem; beğenmediğim filmlere çatır çatır saydırırım arkadaş" demenin eşsiz keyfini yaşamak için mi?




(Bu son yaklaşımı ünlü sanat, siyaset, ahlak, ekonomi, spor vs. uzmanlarından Sayın Akif Beki ve Sayın Haşmet Babaoğlu benzersiz üsluplarıyla sergilediler; kaçırdıysanız arşivlerde arayınız. Bir ödülünden sonra ülkesini herkesin önünde "yalnız ve güzel" ilan eden, bir başka ödülünün ardından Yılmaz Güney pozu veren, filminde "çapulcu"dan, "Gezi"den falan bahseden ve Batı'nın da "inadına" ilgi gösterdiği saygın bir ismi iki satırla berhava etmek gerçekten de çekici bir amaç olmalı.)

İyi de, işi tam da "sinema eleştirmenliği" olan ve bu alanda tartışmasız bir otorite sayılan Atilla Dorsay'ın köşesinin iki adım ötesinde benim bu konuya girme ukalalığıma ne demeli?

Biraz kaçamak bir cevapla "teşekkür etmek" isteğimi vurgulasam?.. Çoktan beri hissetmediğim bir lezzetle film izlememi, izlemek ne kelime, neredeyse filme katıldığım duygusunu yaşamamı, son sahnesine geldiğimde "yoksa bitiyor mu; keşke biraz daha, hatta çok daha fazla sürseydi bu film" dememi sağlayan ustalığından dolayı Nuri Bilge ve ekibine bir küçük teşekkür dileğini iletebilmek...

 

*  *   *

 

Filmi görmeye giderken birkaç kez tekrarladığım vır vırımı burada da paylaşayım:

"3 saat 16 dakika da ne demek! Ustalığı 1.5, bilemedin 2 saate sığdırmak bu kadar mı zor!"

Uzun yıllar redaktörlük yaptığımdan şu şablon kafamda yer etmiştir: Başkalarının uzun yazılarını bir solukta kesip biçer ve istenilen ölçüye getiriverirsin; ama kendi yazının kelimesine kıyamazsın; yazdığın her şeyin neredeyse tarihi önemde olduğunu sanmana yol açan egon direnir çünkü.




K
ış Uykusu'nun bu kadar uzun sürmesinin de direnen egoyla ilişkisi var mıdır acaba? Bilmiyorum. Ama varsa bile beni rahatsız etmedi. Çünkü 4 saat 16 dakika sürse de keyif alacağımı düşünüyordum.

"Keyif almak" değil aslında burada kullanılması gereken söz. Daha çok, "isabet almak"...

Bunu açıklamaya çalışacağım.

Filmin konusunu ve kahramanlarını anlatacak değilim. O konuda Dorsay'dan ve başka kaynaklardan yardım almak zor değil.

Beni etkileyen sahneleri uzun uzadıya anlatma hevesim hiç yok diyemem (birçoğunu, özellikle de İmam Hamdi'nin kadın terliği giymiş kokan ayaklarıyla ilgili olanı anlatmayı deneyebilirdim), ama onu da yapmayacağım.

Nuri Bilge Ceylan'ın isabet ettirdiği hedefte, aydınlar duruyor. Ya da kendini aydın, hatta entelektüel sananlar. Öyle geçinenler. Türkiye'de bunlardan çok var. Dünyada da. Hatta muhtemelen bu satırların yazarı da böyle biri, yazıyı okuyanlar da. Dahası, Nuri Bilge'nin kendisi de.

 

*   *   *

Hayır, onu aşağılamaya çalışmıyorum. Kendi sözleri bu. Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'in sorularından birine verdiği cevap:

- Biz, yani Ebru (Ceylan) ve ben, sadece çevremizde gördüğümüz, kendimizde yakaladığımız veya bizi bir şekilde rahatsız eden bir takım değer yargılarını irdeleyen bir film yapmak istedik. Kendimizin ve başkalarının zayıflıklarına, karakterlerimizin de filmde yaptığı gibi belki, dayanamayıp bir iğne batırmak istedik.

Türk aydını ile ilgili bir soruya cevabı ise şöyle:

- Başkaları hakkında epey gelişmiş sezgileri ve bilgileri olmasına rağmen, kendilerini tanımak konusunda şaşırtıcı derecede kara cahil oluşlarını, bıçak kemiğe dayandığında kendini kandırma yeteneklerinin son derece gelişmiş ve kıvrak olduğunu, yaptıkları hemen her şeyi bir takım erdemlerle süsleme eğilimlerini söyleyebilirim. Vicdan, ahlak gibi temel kavramları çok fazla kullanmaları ve bunu sürekli kendilerini temize çıkartmak için yapmaları. Kendini korumak için harcanan enerjinin yarısı kendini tanımak ve gerektiğinde gerçekle yüzleşmek için harcansa aslında çok daha büyük yüklerden kurtulunacak.

Filmde babadan kalma servetiyle maddi sıkıntıdan uzak yaşayan, yerel bir gazetede köşe yazarlığı yapan ve bir kitap yazma hayaliyle avunan eski bir tiyatrocu, onun kendini bulamamış genç karısı ve kocasından boşandıktan sonra mutsuzluğuyla baş edemeyen ablası (ayrıca yöredeki birkaç kişi) arasında geçenler, sık sık aynı konuyu gündeme getiriyor.

"Aydınlar" ne kadar aydın ve dürüst, ne kadar duyarlı ve derin, ne kadar sevgi ve hoşgörü dolu?..

*   *   *

Okuryazar, aydın, entelektüel... Ülkemizde bu kavramlarla ilgili olarak genellikle kafalar karmakarışık. İsterseniz onlara başka "bulanık kavramlar" da ekleyebiliriz: Modernlik (çağdaşlık), solculuk, ilericilik vb.

Pazarda satışa çıkarılan onca akıl arasında her zaman kendininkini beğenecek kadar eleştiriye ve özeleştiriye uzak olan insanlarımızın bir bölümü, yukarıda sıraladığımız kavramlara sahip olmak için işin kolayını çoktan keşfetmiş durumda.

Bazen giyim tarzıyla, bazen saçıyla ve bıyığıyla, bazen sadece duruşu ve bakışıyla (sessizliğine yüklediği "ağır akıllılık"la, "düşünce aksesuarı" elini yüzünün alt yarısında bir yere konumlandırmasıyla), bazen konuşma üslubuyla, kimi kelimelerden veba gibi kaçıp ötekilerine aşırı derecede tutkunluk sergilemesiyle, çoğu kez soruya soruyla cevap vermesiyle (- "Falanca" hakkında ne düşünüyorsun? - Önce "falanca"dan ne anlamak gerektiğine bakalım!), birilerinden (ç)aldığı ödünç cümleleri yerli yersiz parlatmasıyla, genellemelerle konuyu başlangıç noktasından uzaklaştırıp sevdiği ve alıştığı bir "düzlem"e taşıma alışkanlığıyla, karşısındakini küçümser edasıyla ("Filanca"yı bilir misin? Bilmezsin tabii!)...

Kendisinin ve kendine benzeyenlerin dışında hemen herkesten iğrenircesine arınma gayretiyle, farklı davranışlara, inançlara ve görüşlere sahip olanlara karşı hissettiği gizli veya açık nefret duygusuyla... Gerçek ya da - çoğunlukla - sahte kültürel birikimini sık sık silaha dönüştürmesiyle (Klasik müzik, opera ve bale delisiyim! Siz bunlardan ne anlarsınız! Daha Dokuzuncu Senfoni'nin bestecisinin Ludwig van Beethoven olduğunu, hatta besteyi yaptığı dönemde kulaklarının hiç duymadığını falan da bilmezsiniz!)...

Nasıl? Aydın, entelektüel, çağdaş vs. olmak için bu "koca bagaj" yetmez mi sizce? Pek okumayan, fazla düşünmeyen, eleştiriyi ve tartışmayı sevmeyen, televizyon seyretmeye bayılan, az sayıda yabancı fikri ve yargıyı sanki kendisininmiş gibi ömür boyu tekrarlayan bir toplumda bence yeter...

Ama bu yaldızlı görüntünün gerisinde, çok basit bazı konularda, mesela, parayla ve cinsellikle ilgili olanlarında şaşılacak kadar sıradanlaştığını (adileştiğini) görürüz bu "seçkin" insanların...

Yani sonuç olarak, elbette hepimiz aydın ve entelektüeliz, ama...

Ama değiliz işte! Ne kendisiyle ne de toplumla barışık olan, sevgisiz, sığ, bencil yaratıklarız...

*   *   *

Cem Karaca'nın Yarım Porsiyon Aydınlık şarkısını hatırlıyor musunuz?

Her zamanki köşenizde

Her zamanki barınızın

Önünüzde viski ve havuç

Ve bir eliniz çenenizde

Kaşınız hafifçe yukarıda

Bakışlarınız ne kadar bilgiç

Hiçbir şey üretemeden

Sadece eleştirirsiniz...

                   *

Sinemadan siz anlarsınız

Tiyatrodan, müzikten

Heykel, resim, edebiyat

Sorulmalı sizden

Ekmeğin fiyatını bilmezsiniz

Ama ekonomi, politika

Karılarınızı döverken siz

Ne kadar bilimselsiniz...


Kış Uykusu aklıma çok şey getirdi.

Kurgudaki özen, ayrıntıların nakış gibi işlenmesi, estetik kaygıdan bir an bile vazgeçilmemesi, insanlarla tavırların ironi ve acımasızlıkla irdelenmesi...

Bu filmi mutlaka tekrar izleyeceğim.

Zaten bir film, ikinci defa izlenmiyorsa nasıl iyi film sıfatını hak eder ki!..

@AksayHakan