Hakan Aksay

22 Mayıs 2016

Kılıçdaroğlu’ndan nasıl bir boksör olurdu?

Maç başlamadan boksörler neden birbirlerine uzun uzun bakar sizce?

Kavga sadece kavga demek değildir.

Ve boks sadece boks anlamına gelmez.

Maç başlamadan hakemin iki yanındaki boksörler neden birbirlerine uzun uzun bakar sizce?

Gereksiz bir ayrıntı veya eskimiş bir spor geleneği midir bu?

Hayır.

Boks maçı, birinci raunddan önce başlar.

Rakibiyle karşı karşıya gelen boksörün iki amacı vardır:

Bakışıyla rakibini daha maç başlamadan korkutmak, yıldırmak, moralini bozmak...

Ve bunu yaparken onun bakışından etkilenmemek, gözlerini kaçırmamak, ürkmemek...

Maç boyunca da sürer bu psikolojik üstünlük mücadelesi; sadece atılan yumruklar değildir mesele, maçı kazanma isteğini ve kazanacağına dair inancını sergileyen bakışlar ve hareketler de çok önemlidir.

Yeneceğine inanan çoğu kez yener.

Ve yenileceğini hisseden yenilir.

Birincisinin heybesindeki duygu “cesaret”tir.

İkincisininki ise “korku”.

 

*     *     *

 

Yıllardır siyaset ringimizin değişmeyen boksörlerinden biri Tayyip Erdoğan’dır, diğeri de Kemal Kılıçdaroğlu.

İlki çok kavgacıdır.

En sakin gününde bile bir anda gözlerinde şimşekler çakabilir.

Kavga çıkarmak için âdeta bahane arar.

Ve kavga çıktığında bütün gücüyle, sahip olduğu tüm avantajlarla girişir rakibine.

Öyle orantısız güçtür, kurallardır, yasalardır gibi kaygılar onu durduramaz.

Kazanmak için her şeyi yapar.

Yıllardır elde ettiği ne varsa, hepsini iyi kavga etmesine borçlu olduğunu düşünür.

Rakibinin zayıf yönlerini her zaman ustaca değerlendirir.

Seyircinin desteğini alma konusunda çok beceriklidir.

Bilir ki seyirci her zaman özgüven ister, güç ister, sert yumruklar ister.

Hatta rakibin ağzının burnunun dağıtılmasından büyük keyif duyar.

Erdoğan bunu bilir.

Ve rakibine asla acımaz.

Birçok maçta Erdoğan daha birinci raunda başlamadan yeneceğinden emindir.

Rakibi olan boksöre daha maçtan önce onu mutlaka yeneceğini, hatta mahvedeceğini hissettirir.

 

*     *     *

 

Kılıçdaroğlu aslında boksör değildir.

Kaderin cilvesi onu birdenbire acımasız ringlere sürmüştür.

O da sorumluluk duygusuyla dövüşmeyi kabul etmiştir.

Ama bu kararı onu değiştirmemiş, gerçek bir boksör yapmamıştır.

Maç öncesinde rakibiyle göz göze geldiğinde bunu hissedersiniz.

Türkiye’nin insafsız ringlerine uygun bir boksör değildir o.

Ama efendi bir sporcu olduğundan, asla doping yapmayacağından, bel altına vurmayacağından emin olabilirsiniz.

Ne var ki kavgacı biri değildir Kılıçdaroğlu, ringe çıkmasına karşın boks yapmayı pek sevmediği izlenimini verir.

En büyük dileği şampiyon olmak değil, arkasında duran taraftarları üzmemek ve onları kaybetmemektir.

Bazen kendisine sempati gösteren bütün seyircileri birden memnun etmek için nasıl dövüşeceğini şaşırır; daha çok sol yumrukla mı çalışsın, yoksa artık sağ kroşelerini mi kullansın...

Bazı raundlarda iyi vuruşlarla epeyce puan ve seyircilerden bol alkış alır Kılıçdaroğlu.

Ama en başarılı olduğu anda bile sanki maçı kazanma tutkusunun çok güçlü olmadığını sezinlersiniz.

Sonuçta yenilir.

Defalarca yenilir.

Ama değişemez.

Bazen küçük isyanlar yaşar; artık kibar üslubundan uzaklaştığını göstermeye ve masaya vurarak “şerefsiz”, “ahlaksız”, “namussuz”, “kan” gibi kelimeleri rakipleri gibi kendisinin de kullanabileceğini kanıtlamaya çabalar.

Ama o üslup Kılıçdaroğlu’nun bedenine uymadığı için beklediği sonucu vermez.

Bunu kendisi de kavrar kısa sürede.

Ve elinden geldiğince büyük maçlara çıkmamaya, tehlikeli kavgaları ertelemeye çalışır.

 

*     *     *

 

Kemal Bey’in nasıl bir boksör olabileceğini düşündüğümde aklıma yukarıda yazdıklarım geldi.

Ve 10 Mayıs 2014’ten unutulmaz bir sahne:

Danıştay'ın 146. yıldönümü kutlamaları sırasında konuşan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’na gözleri yuvalarından çıkarak ve yanında kendisini sakinleştirmeye çalışan Abdullah Gül’e aldırmayarak önce bağıran, ardından da onu dövmek ister gibi ayağa kalkarak birkaç adım atan Erdoğan...

Ve onu şaşkınlıkla karışık bir ürkeklikle izleyen Kılıçdaroğlu...

Uygar ülkelerde böyle bir sahnenin siyasette asla ölçüt olmayacağı söylenebilirdi.

Ama o tarihten sonra geçen iki yıl daha iyi gösterdi ki, bizim siyasi iklimimizi yansıtan tam da o sahneydi.

Korkutmak, tehdit etmek, vurmak kırmak, yasaklamak, hapse tıkmak...

Hüzünlü siyasetimizin son günlerinde yaşanılanlara bakın.

İktidar “Kürtleri cezalandırmak” için dokunulmazlıkların kaldırılması senaryosunu hazırladı.

Kemal Bey ise siyasi tarihinin en unutulmaz cümlelerinden biriyle (“AKP’nin dokunulmazlık teklifi Anayasa’ya aykırı, ama evet diyeceğiz”) teslim bayrağını çekti.

Çünkü gündemde Türklerin ezici çoğunluğunun kendisiyle eşit görmediği Kürtler ve kolayca manipüle edilebilen terör konusu vardı.

Aman yanlış anlaşılmasın!

Aman yüzde 25’i de kaybetmeyelim!

Aman devletimize zeval gelmesin!

Sonuçta “zeval verilmemesi gereken” o devleti ele geçirmiş olan Erdoğan, Kürtlerden sonra CHP’lileri de haklayacak.

Bunu da biliyor Kemal Bey, en azından hissediyor.

Ama bir türlü çıkış yolu bulamıyor.

Durumu açıklama gayretleri içinde “Ama referandum olursa çok daha kötü şeyler olabilir, başkanlık rejimine geçiş kolaylaşabilir” açıklamaları yapıyor.

Oysa defalarca yenilmiş olan ana muhalefet partisi açısından her oylama süreci, halkla her bir araya gelme fırsatı çok değerli olmalı.

İki maç arasında rakibin zaten koltukta, her istediğini yapıyor; o zaman senin yeniden ve çok daha iyi hazırlanarak bir sonraki maça çıkmaya çalışman gerekmiyor mu?

Hayır.

Bunu istemiyor.

Çünkü bir sonraki maçta eskisinden daha iyi dövüşemeyeceğini, geçmiştekinden farklı yol ve taktikler bulamayacağını biliyor.

Yenilmekten korktuğu için maça çıkmak istemiyor Kılıçdaroğlu.

Ve maça çıkmadığı için daha en baştan kaybediyor.