Miting...
Kalabalık, bağrışmalar, alkışlar, bayraklar...
Sahne...
Mikrofon, korumalar, tarihi hatırlatması için oraya dikilen mızraklı, kılıçlı, uzun ve garip elbiseli adamlar...
Sahnede, onların önünde konuşan bir lider...
Sadece konuşmuyor, sanki bir sanat icra ediyor. Bazen kelimelerin arasında merak uyarıcı boşluklar bırakıyor; kimi zaman yükseltiyor sesini, kimi zaman düşürüyor; “kalp” deyince eliyle kalbini, “beyin” deyince beynini gösteriyor.
Birbiri ardına sıralanan cümleler arasında bir ara kısa bir kesinti oluyor.
1-2 saniye sonra devamını getiriyor lider:
“Kefenleri giymeye hazır mıyız?”
* * *
Ondan sonraki cümleleri duyamıyorum.
Takıldım kaldım o “davet”e.
Kulağımda çınlayıp duruyor:
“Kefenleri giymeye hazır mıyız?”
Liderin karşısında o ne dese coşacak bir kalabalık...
Bir an için onları taptığı şarkıcı için neredeyse hayatını verecek kadar kendinden geçmiş bir hayran topluluğuna benzetiyorum.
Ve lideri de o tapılan şarkıcıya...
Sanki şarkının bir yerinde seyircileri daha da coşturup nakaratı birlikte söylemek için “haydi, hep beraber” der gibi bağırıyor:
“Hazır mıyız?”
“Var mıyız?”
İki hafta kadar önce Coca-Cola açılışında şöyle sormuştu:
“Yeni 15 Temmuz'lara var mıyız?”
Şimdi de “Anadolu'nun Fethi Malazgirt 1071 Anma Programı” etkinliğinde konuşuyor Cumhurbaşkanı.
Bir ara “yedi düvel” karşısında verilen savaştan bahsediyor.
Ardından, “evet”, diyerek, kitleyi etkilemek için usta bir tiyatrocu boşluğu bırakıp durduktan sonra devam ediyor:
“Kefenleri giymeye hazır mıyız?”
* * *
Kefen...
TDK’ya göre “ölünün gömülmeden önce sarıldığı beyaz bez, yakasız gömlek”...
Yani insanın ölmesinden sonra başkaları sarıyor onu, başkaları “giydiriyor” cansız bedeni...
Ama “davet”e göre, yaşayan insanın kendisinin “giymesi” gerekiyor.
Yani hayatından gönüllü olarak vazgeçmesi...
Dışarda ve içerde gündeme gelebilecek savaşlara hazır olması...
Liderin arkasındaki sahnede yazan kelimeler arasında dikkat çeken birkaçı:
“Yedi renk, tek yürek...”
Ölüm olunca renkler solacak, yürek atmayacak...
Ama çark işleyecek...
Eğer “bizden bir, onlardan on kişi gidiyor” ise neden olmasın!
Birilerinin yaşaması için birilerinin ölmesi gerekiyor belli ki.
Ecelleri gelmeden son nefesini veren insanların kanlı kefenlerinde varlığının anlamını aramaya devam ediyor bu ülke.
* * *
Devlet alışkanlığından şaşmıyor. Yaşatmakta zorlandığı anda, ölümü kutsayıveriyor.
Çünkü hayatı değil ölümü seven bir toplumuz biz.
Bugünlerde ağlayarak savunma yapan bir zamanların güçlü İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu üç yıl önce “şiirsel bir tweet” atmıştı:
“Ölüm, yuvaya dönüş gibi. Yerin göğün ve ruhun derinliklerine cesurca bakabilen ve sevgiyle yaşayabilene neden korku versin? Seviyorum seni ölüm.”
Ne felsefe ama! Sanırsın Arthur Schopenhauer'in ölüm üzerine bütün yazdıklarını devirmiş biri.
Ama aslında çok konuşanların sıkça yaptığı gibi, bir gerçeği açığa vuruyordu:
Yani temsilcisi olduğu devletin hayatı değil, ölümü sevdiğini açığa çıkarıyordu.
Hayat değil ölüm memleketi çünkü burası!
İş kazaları açısından dünyada üçüncü, Avrupa'da birinci...
Trafik kazaları liginde de hep ilk sıralarda...
On binlerce insanın öleceği şimdiden belli olan depremi, akıl ve samimiyetten uzak tekerlemelerle konuşur gibi yapıp hiçbir ciddi önlem almayan bir devlet ve toplum...
30 yılı aşkındır süren ve on binlerin hayatına mal olan iç savaşı umursamayan, barışı kazanmak için fazla acele etmeyen, hatta tersine, “biraz daha savaşılmalı” görüşünü savunanların ülkesi...
Her yerde sürüp gidiyor ölümler. Eski bakan Erdoğan Bayraktar'ın mükemmel anlatımıyla, “sinek gibi insan ölüyor”.
* * *
Korkunç, değil mi?
Değil.
Korktuğumuz falan yok!
İnsan hayatına önem vermiyoruz işte! O kadar basit! Üstelik yalnızca devlet değil, toplum da hayatı fazla önemsemiyor.
Ölüp duruyoruz. Ama önemli değil, doğuyoruz da.
“Üç çocuk, beş çocuk” derken sonuçta sandık başına gidecek epeyce insan çıkıyor ortaya. Varsın bir kısmı da başka sandıkların içinde toprağın altına tıkıştırılsın.
Peki, yaşayanlar nasıl yaşıyor?
Yani hayatımızın nasıl olduğunuzu söyleyin! Yaşam kalitenizi yani! Sağlık, eğitim, gelir durumu, cinsel eşitlik, siyasi özgürlük gibi sıralamalarda Türkiye'nin dünyada kaçıncı sırada geldiğini söyleyin!
* * *
Siz zahmet etmeyin, ben yazayım:
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın İnsani Gelişme Endeksi'nde (yaşam uzunluğu, okur yazar oranı, eğitim ve gelir düzeyi ölçütlerine göre) Türkiye, 188 ülke arasında 71. basamakta.
“The Economist Intelligence Unit” tarafından hazırlanan ve 80 ülkeyi kapsayan Yaşam Kalitesi Endeksi'nde (sağlık, boşanmalar, sosyal hayat, ekonomik şartlar, politik durum ve güvenlik, iklim ve coğrafya, işsizlik, siyasi özgürlükler, cinsel eşitlik konularında) ise 51. sırada geliyor.
Acaba bu kadar çok ölmek ve ölmeye hazır olmak ile hayat kalitesi endekslerinde gerilerde kalmak arasında bir bağlantı var mıdır?
Biraz daha insan ölse ne olur ki sanki! Birkaçı ölüm orucunda hayatını kaybetse? Birkaç bini çatışmalarda ölse? Ne olur ki?..
Haydi, açık konuşalım: Biraz daha ölüm olsa bile hayatımıza devam etmenin, konuşup gülüşmenin, yiyip içmenin, eğlenip sevişmenin bir yolunu bulacağımızı bilmenin rahatlığını taşımıyor muyuz hepimiz?
* * *
Ölüm öylesine doğal bir şey ki bu ülkede... Öbek öbek insanların öldürülmesi, onlar daha gömülmeden yenilerinin ölüme koşması o kadar sıradan ki…
Siyasetin ötesinde “insan” diye bir amaç var mı bu ülkede?
“Hayat” diye bir değer var mı?
Şehit cenazelerinde dökülen gözyaşlarının arasında oğullarını feda etmekten gurur duyan bunca ana ve baba varken, yaşamanın kutsallığından söz edilebilir mi?
Ama ölmek!.. Ölmek bir başka şeref bizde…
Bayrağımızdaki al kandan başlayıp, dinimizdeki vecibelerle devam edip, silahlı kuvvetlerde başımıza gelebilecek kazaya kadar her türlü durumda kutsal ölümler vardır bizim için.
Kutsal yaşam kuramadık yıllardır; ama kutsal ölüm “noktasında” hiçbir sıkıntımız yok.
Ölmek, yaşamaktan daha anlamlıdır bu topraklarda.
* * *
Sayımız çok, pek çok, on milyonlarca… Hamam böcekleri kadar çokuz. Ve iktidar açısından sadece birkaç yılda bir gün (seçimler sırasında) önem taşırız. Onun için sıradan günlerde “gerekirse” ölmemiz, hamam böcekleri gibi ezilip gitmemiz doğaldır.
Bu doğallıkla, becerebilirsek “şerefli bir ölüm” koparırız kaderin elinden, olmazsa daha banal bir yolla – mesela, incir çekirdeğini doldurmayacak bir tartışmada ya da “namus belası”na birbirimizi vurarak – ölürüz, öldürülürüz.
Bu topraklarda yaşamanın, aşkın, sanatın, bilimin pek bir önemi yoktur. Kutsal hayat olmaz bizde. Ama kutsal ölüm çeşitlerimiz çoktur.
Onun için baştaki sorunun cevabı nettir:
“Kefenleri giymeye hazır mıyız?”
“Eeeeeevveeeeeeeeeeettt!”