Galiba uyandım.
Göz kapaklarım ne kadar ağır.
Ve ne kadar ince.
Güneş öylesine güçlü akıyor ki gözlerime, kapakları kalın bir perdeden incecik bir tüle dönüşüyor.
Nerede uyandım acaba?
Birkaç gün içinde üç ülke biraz fazla geldi galiba. Duvarlara bakarak nerede olduğumu, hayatın en son neresinde kaldığımı hatırlamaya çalışıyorum.
Belki de kim olduğumu…
Kafam karışık biraz.
* * *
Hafta başında İstanbul’dan Moskova’ya geldiğimde pasaportuma abartılı bir dikkatle bakan Rus gümrük polisi, kafasını kaldırmadan sert bir ifadeyle sormuştu:
- Kimsiniz siz?
Baktım, 23-24 yaşlarında, su damlası gibi bir kızdı. Üzerindeki soğuk üniforma, omuzlarındaki resmî yıldızlar ve bu metalik ses tonu ona hiç yakışmıyordu. Herhalde iş saatleri dışında bambaşkaydı.
Birkaç saniye cevap alamayınca kafasını kaldırarak sorusunu tekrarladı.
Ben onu izlerken suçüstü yakalandığım için biraz heyecanlandım. Böyle durumlarda sakin görünmeye çalışsam da konuşurken saçmalarım:
- Bilmiyorum henüz kim olduğumu. “Kendimi aradım, araştırdım” diyen Heraklitos’un yolundan ilerliyorum.
Biçimli kaşlarını iri mavi gözlerinin üzerine iyice indirdi:
- Böyle cevaplar verirseniz yolunuzda bir mola vermeniz gerekecek. Bizim şubemizde…
İşe bak sen! Ben on yıllardır Rusya’nın geçirdiği bütün önemli aşamaları yüreğimde hissettim. Onu sevdim, kaderimi onunla birleştirdim. Şimdi bu ülkede muhtemelen benden daha az yaşamış olan bir genç kız, salt cebindeki kimliğine ve omzundaki yıldızlara dayanarak beni içeri atmakla tehdit ediyor.
Sonra sanki içinden “hasbinallah”ın Rusçasını söyler gibi bir tavırla benden vizemi sordu. Vereceğim yanlış cevaba çoktan hazırdı:
- Türkiye’yle vizeleri kaldırdınız ya!
- Hayır, kaldırmadık. Vizesiz rejim, sadece 30 güne kadar gelen turistler için…
- Tamam işte, ben onlardan biriyim, diyerek vartayı atlatmaya çalıştım. Aslında bir toplantıya gelmiştim. Ama uğraşılır mı şimdi!..
“Uğraşılmaz şimdi bu tiplerle” diyen bir tavırla soğuk damgasını kafama vurur gibi aşırı bir güçle pasaportuma indirdi.
Ve anında beni hayatından silmeyi başardığı için teşekkürüme tepki vermeden sonraki yolcuya döndü.
Valizimi beklerken kendi kendime gülüyordum. Bir daha gözaltı tehlikesi yaşamamak için asla hata yapmamalıydım. İçimden tekrarlamaya başladım:
- Ben turistim, ben turistim, ben turistim…
* * *
Ertesi gün Moskova’nın merkezinde, devasa bir tarihî binada eski SBKP kongreleri gibi bir ortamda buldum kendimi. Marşlar, bayraklar, prezidyum, ağdalı konuşmalar, ruhsuz alkışlar, içi boş sloganlar…
Vaktiyle Sovyetler Birliği’nde okumuş birçok ülkeden “emekli öğrenciler”, şimdi Moskova’ya, “bilgi ve deneyim alışverişi” yapmaya gelmişti. Afrikalılar, Latin Amerikalılar, Araplar falan koca koca gruplar oluşturmuş, gençliklerini ve Rus dilini hatırlıyor, bu psikolojinin etkisiyle en ilkel şakalara bile gürültüyle gülüyordu.
Ben hiçbir gruba sığamadığım için meraklı ihtiyarlar bazen yanıma yaklaşıp soruyordu:
- Kimsiniz? Nerelisiniz?
Hay Allahım! Yine ben kimim!
Hele şu “nerelilik” sorusu! Türkiye’de banal tanışma girişimlerinin en lapacı sorusu bu ve beni çoktan bıktırdı. Şimdi burada da karşıma çıkıyor!
O ortamda eskiden bana heyecan veren kalabalıkların artık ruhumu nasıl ezdiğini bir kez daha hissettim. İstemiyorum! Ne geniş toplantılar! Ne kitlesel buluşmalar!
Terk ettim sizi her türlü kalabalıklar, siz de bana izin verin artık!..
Mümkünse tek bir insanın konuşmasında, hatta sessizliğinde soluklanayım. O da yoksa kendimi dinleyerek…
Salondaki yüzlerce yaşlı yabancı, Sovyet kelimesi geçince bile heyecanlanıyor, olur olmaz alkış fırtınaları koparıyordu. Acaba siyasi bir nedeni var mıydı bunun? Yoksa sadece Sovyetler’de kalan gençliklerini mi özlüyorlardı benim gibi?
Tribünden ateşli bir konuşma yapmaya çalışırken epeyce gramatik hata yapan ihtiyar bir delikanlı haykırıyordu:
- Hayatımızın anlamı, devrim mücadelesidir! Gerçi bazı eski arkadaşlarımız, bunu unutan hainler…
Onu dinlerken iki şey geldi aklıma. Biri, geçen haftaki pazar yazımdan dolayı aldığım bir “dost eleştirisi”ydi:
- Sen artık mücadele enerjisini kaybetmişsin! İleri yaşta değişerek apolitikleşmişsin!..
İkincisini ta 80’lerin sonunda, “eski bir yoldaş”tan duymuştum:
- Sen çok değiştin. İhanetin, bir zamanlar ekmeğini yediğin Sovyetler’i eleştirecek kadar ileri gitti.
* * *
Moskova’da bindiğim uçak, 4,5 saatlik yolculuğa koyulmadan önce çok uzun bir süre “uçuşa hazırlandı”. Yolcular arasında “Teknik bir sorun mu var? Düşer miyiz acaba?” soruları panik sınırında bir heyecana yol açtı.
O sırada düşündüm de, biz insancıklar ne kadar zavallıyız. Hayatımızın sonlanması ne kadar bizim dışımızda, ne kadar an meselesi bazen.
Zaten o kadar da kısa yaşamaya mahkûmken…
Ama hep bir şeyleri kanıtlamamız, kendimizi birilerinin beğenisine sunmamız gerekiyor.
Ve durmadan tanımlamamız varlığımızı:
- Ben şuyum, ben buyum, falanca siyasete filanca ideolojiye aidim, şu partiden ve bu spor kulübündenim, milletim ve memleketim bu, dinim şu!..
Kısa ömrümüzde o kadar çok işimiz ve yükümlülüğümüz var ki! Birilerinin evladı, birilerinin ana veya babası, birilerinin eşi veya sevgilisi, birilerinin arkadaşı…
Sonra kişilik özelliklerimizi, hayat tarzımızı, ahlak anlayışımızı falan ortaya koymaya çabalıyoruz:
- Dürüstlükten ayrılmam, yalandan hoşlanmam, arkadaşlarımı satmam, fedakârlıktan kaçınmam, falan filan…
Bu kadar tanımla uğraşırken insan ne kadar tanıyabilir kendisini, ne kadar anlayabilir gerçekte kim olduğunu?
* * *
Dün beni son kontrolden geçiren gümrük polisi yaşlıca bir teyzeydi. Rusya’ya geliş amacımı sordu. Ona “giderken geliş amacını niye soruyorsun?” demek geldi içimden. Ama artık olgunlaşmıştım. Cevabım olması gerektiği gibiydi:
Kadın bana baktı. Gülümsedi. Gülümsedik.
Pasaportumu alırken ona “Rusya’nın en güzel gümrük polisi” olduğunu söyledim. Yaşından ve içinde oturduğu cam kulübeden beklenmeyecek bir kahkaha attı.
Kısa sürede ikinci yalanımı da söylemiştim. Ama bu daha güzeldi ve zaten ben bu yalancılıkta daha ustaydım.
* * *
Afrika’nın karanlık yollarından geçip otele vardığımızda üzerime ağırlık çökmüştü. Odaya çıkmak için kayıt işlemlerinin bitmesini bekliyordum.
Epeyce Rus vardı otelde. Çoğu kadındı. Aşırı süslü olanlar ve podyumdaymış gibi yürüyenler hemen dikkat çekiyordu.
İçlerinden birisi durdu. Bana el sallayarak yanıma yaklaştı:
- Hatırlıyor musun beni?
Hatırlamadım. Ama tersini söylesem ayıp olur diyerek bir yalan daha patlattım.
Allahtan çok konuşan bir kadındı ve dediklerinden bir yıl önce çok uzak bir ülkede tanıştığımızı anladım. Sonra bulanık da olsa bir şeyler hatırladım.
O ise sanki eski bir sır ortağı gibi sımsıcak ve biraz çakırkeyf gözlerle bakıyor bana:
- Aslında pek konuşmamıştık seninle. Hatırlıyor musun adımı? Ben Ludmila…
Ertesi gün son günüymüş. Ah şu tatillerin son gün ve son gece stresi! Bana hak ettiğimden çok daha fazla güzel ve davetkâr bir bakış armağan ediyor.
- Aslında ben de tam hatırlamıyorum. Sen bir Türk gazeteciydin de… Neydi senin adın?
Ben tüketmişim artık bütün akıllarımı. Diyecek sözüm kalmamış.
- Benim adım… benim adım: turist!
- Nasıl yani? Nasıl turist?
- İleri yaşta apolitikleşen karışık kafalı bir turist!
Gülüyor. Zaten ne desem gülecek!..
Gözlerinde turistik yerlere özgü bir kaçamak flört ışıltısı.
- İstediğin zaman bana uğra! Oda numaram çok kolay: 3111!
Ne bıraktı acaba geride: Koca, çocuk, âşık?.. Kuru bir mutsuzluk?..
Peki ya o benim bagajımla ilgileniyor mu? Sanırım, pek değil…
- Ezberledin mi numaramı? Uğrar mısın?
Bazen kadınlara aptalca bir cevap vermek yerine akıllıca gülümsemenin daha iyi olduğunu öğrenmiştim bir tarihte.
Üzerimde tonlarca duygunun ve binlerce kilometrenin yükü!
Göz kapaklarım ne kadar ağır.
Ve ne kadar ince.
Gece doluyor gözlerime.