Hakan Aksay

13 Aralık 2012

İktidara teslim olmayan gerçek bir aydın öldü

İktidarın kollarının altına sığınarak sanat yapılır mı? Bir gözüyle yukarıda bir yerlere bakarak...

 

İktidarın kollarının altına sığınarak sanat yapılır mı? Bir gözüyle yukarıda bir yerlere bakarak “Acaba beğenirler mi?” kuşkuları içinde çırpınan bir insanın öteki gözüyle yoğunlaşmaya çalışarak yaptığı işe “sanat” denir mi? Bir adım daha ileri gidelim: Sürekli bir tutum olarak iktidar taraftarlığını benimseyerek, iktidarı eleştirmekten özenle kaçınarak, hatta tersine onu durmadan överek “aydın” olunabilir mi?

Benim bütün bu sorulara cevabım olumsuz. Ama bugün ülkemizde sayıları giderek artan bir “iktidar yandaşı sanatçı ve aydın kitlesi” var. Demek ki yanılıyorum, demek ki oluyormuş. Üstelik son dönemde iktidarın “ucube heykel”den devlet tiyatrolarına, televizyon dizilerinden çizgi filmlere kadar yayılan “öyle olmaz, sadece bizim dediğimiz gibi olur” dayatmalarına rağmen, böylesi bir kör karanlıkta “örnek ve uslu aydın” olmayı başarabilen epeyce “zeki, çevik ve ahlaklı” arkadaş çıkabiliyor aramızda.

Ama tersi örnekler az değil. Ülkemizde de, dünyada da. Bunlardan biri, önceki gün Moskova’da 86 yaşına ölen Galina Vişnevskaya idi.

Yarın (14 Aralıkta) görkemli bir devlet töreniyle cenazesi kaldırılırken arkasından çok farklı şeyler söyleyenler çıkacak, eminim. Ama kimse saygıda kusur edemeyecek. Çünkü iktidara ve kirli ilişkilere değil, sanatın özgür yaratıcılığına ve deha yeteneklerine dayanan bir hayat eninde sonunda bunu hak eder.

Basit bir şey daha var: Ahlaklı olmak gerek. Bu belki zorunlu görülmez, ama olması önemli bir ağırlık verir sanatçıya. Hele de aldığı unvan ve madalyaların bir kısmında “halk sanatçısı” gibi iddialı sıfatlar yazılıysa…

*      *      *

Vişnevskaya, dünyanın en ünlü sopranolarından biriydi. Beş yıl önce ölen ünlü viyolonsel ustası ve orkestra şefi Mstislav Rostropoviç'le birlikte yalnızca Rusya’yı değil, dünyanın birçok ülkesini fethetti.

Ama geçtiği yollar sizin kısa sürede okuduğunuz bu cümleler kadar kolay değildi. Tersine, birçok zorlukla doluydu hayatı. O bir deha olsa da…

Leningrad’da geçen çocukluğu, yokluk ve açlık yılları, ikinci dünya savaşı, ordu hizmeti, gerekli eğitimi olmamasına karşın bir mucize gerçekleştirerek opera dünyasına adım atması, Bolşoy Tiyatro’daki önlenemez yükselişi… Vişnevskaya’nın hayatının birçok dönemi zorluklara karşı verdiği başarılı mücadeleyle doluydu.

Bir ara hesapta olmayan bir şeyler ortaya çıktı…

Vişnevskaya “üzerine vazife olmayan” bir şeylerle ilgilenmeye, “ileri geri konuşmaya” başladı.

Hani bizde iktidar, kendini eleştiren ve siyasetçi olmayan kim varsa “Sen karışma! Sen kendi işine bak!” diyor ya… O dönem Sovyet yönetimi de bunun Rusça’sını bir biçimde aydınlara söylüyordu. Ama bazen “çatlak sesler” çıkabiliyordu.

Vişnevskaya ve Rostropoviç giderek daha sık “çatlak ses” olmaya başladılar. Sadece ses olsalar, neyse! Daha da ileri gittiler.

70’li yılların başında üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlayan muhalif yazar Aleksandr Soljenitsin’i desteklediler. Ürkekçe ve sözle değil, evlerine alıp uzun süre misafir etme riskini bile göze alarak.

1974’te Sovyetler Birliği’nden ayrılmak zorunda kaldılar. 1978’te yurttaşlıktan atıldılar. Dönüşleri ancak 1990’da bu kararın iptalinden sonra mümkün olabildi.

Yeni Rusya’da iktidar onların yanında durmaya, en azından karşısına almamaya özen gösterdi. Halk, uzun yıllardır uzak ülkelerdeki başarılarını duyduğu (bazen duyamadığı) sanatçıları bağrına bastı.

*      *      *

Geçen yıl 68. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü almış olan ünlü Rus yönetmen Aleksandr Sokurov, altı yıl kadar önce Vişnevskaya’nın başrolünü oynadığı bir film yaptı. Ve 80 yaşındaki “gerçek sanatçı” bir kez daha “üzerine vazife olmayan” bir işe kalkıştı. Çeçen savaşını, savaşları ve insan ölümleriyle beslenen iktidarları eleştirdi.

Beni çok etkileyen “Aleksandra” adlı o filmde hiç kan görmüyordunuz. Ama her tarafta ölümün izleri vardı. Ve savaşın anlamsızlığını hisseden birçok insan...

Bu ağır ortamın mesajı ortadaydı:

Canınızı, bedeninizin parçalarını savaştan kurtarabilirsiniz belki. Ama ruhunuzu asla!

Çünkü bir ülkede savaş varsa, ölümler sıradanlaşmışsa, insan ruhları kolay tedavi olmayacak yaralar almış demektir.

Filmin yönetmeni Sokurov şöyle diyordu:

- Rusya durmadan savaşan bir devlet. Bize savaşa hazır olmamız öğretilegeldi hep. Yorulduk artık. Ama başka türlü nasıl yaşayabileceğimizi de bilmiyoruz.

Yıllarla birlikte gündemden düşmeye başlayan Çeçen savaşının beyaz perdeye en etkili yansımalarından biriydi bu.

Filmde birileri ölüyor, birileri bu işten kazanıyor, sıradan insanlar gerçekleri öğrenmekte, savaşın nedenini anlamakta güçlük çekiyordu.

Bunlardan biri, Çeçenistan’da paralı asker olarak “çalışan” ve öldürmekten başka bir iş bilmeyen Denis’in ninesi Aleksandra Nikolayevna idi.

Aldığı özel izinle Çeçenistan’daki Rus askeri kampına giden nine, torununu, askerleri, hayat şartlarını, pazardaki Çeçenler’i görüyordu. Hep izliyordu. Ve susuyordu.

Çok ağır bir susuştu bu…

- Askerlerimiz erkek gibi koksalar da aslında ne kadar çocuklar, diye mırıldanıyordu yaşlı kadın.

Bir Çeçen genç ona sesleniyordu:

Herkes bezdi savaştan! Bırakın artık bizi! Bırakın serbest olalım!..

Ve sonunda Aleksandra, Rus komutanın yüzüne haykırıyordu: 

Çok uzun süredir savaşıyorsunuz. Öldürmeye alıştınız. Hoşunuza gitti bu iş...