Türkiye’de çalışma hayatının anlamı çoğu kez “ekmek parası” olarak özetleniyor.
Yani insanlar para için çalışıyor.
Doğru ama eksik. Meselenin sadece ikinci yarısını yansıtıyor.
“Bir işi mümkün olan en kaliteli biçimde yapma karşılığında para kazanmak” diyen pek yok.
Bindiğiniz takside sürücünün tek amacı var: Sizin paranızı alarak kendindekileri arttırmak.
Ve başka müşteriler bularak onların da paralarını almaya çalışmak.
Sizi olabildiğince rahatsız etmeden, mümkün olduğunda memnun ederek bir yerden başka yere götürme amacının olduğunu savunmak zor.
Daha fazla “ekmek parası” için bazen hız yapıyor, kurallara uymuyor, sizden sözüm ona izin alarak sigara içiyor (“nezaketen” dışarda tuttuğu elindeki sigaranın dumanını mutlaka size isabet ettiriyor), radyoyu kendi keyfine göre ayarlıyor, ter kokuyor vs.
Bazen sohbet ediyor ama o da galiba çoğunlukla kendini eğlendirmek için.
Genellikle sizi doğal ve yasal hakları olan bir insan yerine koymuyor.
Tek amaç, sizin cebinizdeki bir miktar paranın, yolculuk sonrası onun cebine girebilmesi.
Taksi sürücülüğü hizmetinin kalitesi gibi bir mesele ortada yok.
Bakkallıktan müteahhitliğe, memurluktan gazeteciliğe kadar bütün meslekleri bu açıdan ele alabilirsiniz; “profesyonellik”, “mesleki ahlak”, “müşteri hakları”, “hizmet kalitesi” gibi ölçütleri önemseyen çok az insan bulursunuz bu topraklarda.
* * *
Kalite, genel olarak Türkiye’de dert edilen bir konu değil.
Çocuk yapmak nedense hemen herkesin en önemli ve “doğal” amaçları arasında.
Ama çocuk demek “eğitim” demek.
Kim, hangi eğitimi, nasıl verebilir?
Kaç kişi bunu umursuyor acaba?
Çocukla ilgili sorumluluk, onun karnını doyurmak ve üstünü giydirmekten mi ibaret?
Ha, bir de “kuralları” (“yasakları”) öğrenmesini sağlamak...
Eğitim...
Türkiye’nin çok uzun süredir en temel konularından biri.
Her açıdan.
Ülkemiz insanının aldığı “eğitim”in süresi, ortalama dört yıl.
“Eğitim sistemi” denilen şey, çocuklara, gençlere ne verebiliyor? Nasıl insanlar oluyoruz içine girdiğimiz “eğitim” binalarında karşılaştığımız süreçlerde?
BM’e bağlı UNICEF’in orta ve yüksek gelişkinlik düzeyine sahip 41 ülke arasında yaptığı araştırmaya göre, Türkiye “çocukların yaşam koşulları” bakımından 36’ıncı, “eğitim kalitesi” açısından ise sonuncu.
Genel olarak “kalite” kelimesinin geçtiği yerlerde can havliyle en uzağa kaçıyor gibiyiz.
Türkiye, OECD’nin “Daha Kaliteli Yaşam Endeksi”nde 38 ülke arasında sonuncu.
* * *
İnsanlığın milyonlarca yıllık tarihi içinde her birimiz çok kısa bir süre yaşayıp göçüyoruz. Türkiye’de ortalama insan ömrü 78 yıl.
Bu kısa sürenin mümkün olduğu kadar kaliteli şartlarda (ekonomi, eğitim, güvenlik, sağlık, iş ve çeşitli sosyal konular) geçmesi olmalı temel amaç.
Dolayısıyla kendi hayatıyla yetinmeyip başkalarınınkini de etkilemeyi, yönetmeyi hedefleyenlerin, yani bütün iktidarların görevi bunu sağlamak olmalı.
Devletin ve ülkenin başına geçenlerin sorumluluğu, 81 milyonun yaşam kalitesinin güvence altına alınması ve bunun sürekli geliştirilmesidir.
Ama Türkiye’de iktidarın yapılanması ve toplumla ilişkisi geçmişten beri epeyce sıkıntılıdır ve kim başa geçerse geçsin halka tepeden bakma ve zorlandığında baskıcı yöntemlere başvurma eğilimindedir.
Son yıllarda siyasal, sosyal, kültürel, ahlaksal konularda kalite epeyce zayıfladı. Hatta iktidarın pekiştirilmesi, biraz da bu “kalitesizliğin” yaygınlaşması yolundan sağlandı.
Sonuçta geldiğimiz yer, koca ülkenin her konuda tek bir kişinin kararlarına bağlanması gibi çetrefilli bir şema oldu. İktidarın güvenlik kaygıları ve her şeyi denetleme isteğiyle oluşturduğu bu “sistem”, toplumun refah düzeyini arttıramayacağı gibi, yönetim işini de eskisine göre epeyce zorlaştıracağa benziyor.
* * *
Kuşkusuz, bu şartlarda topluma farklı bir alternatif sunabilecek muhalif güçlerin önemi büyük.
Ama bizde böyle bir alternatif görmek pek kolay değil.
Ne kendi içinde demokrasinin gereklerini herkese örnek olabilecek şekilde uygulayan; ne de ekonomiye, eğitime, toplumsal barışa yönelik güvenilir perspektifler çizebilen bir güç var ortada.
Daha düne kadar sürdürdükleri işbirliğini seçim yenilgisiyle karşılaşır karşılaşmaz alelacele reddetmek, iktidara sinyaller yakmak, farklı bir siyaset yaratma yerine “kazanan siyasilere benzeme” çabaları içinde olmak... Yeni politikalar üretmek yerine kendini kimlik çıkmazına iyice sıkıştırmak... Acınacak durumlar...
En büyük muhalif parti kendi içinde koltuk kavgası veriyor. Ama biz bu kavganın sonucunun toplumun daha kaliteli bir yaşama kavuşması açısından ne demek olduğunu bilmiyoruz.
Her zamanki kişisel hırslar, siyasi ayak oyunları...
“Muhalefetin iktidarı” çevresinde zahmetsiz ve avantajlı köşeleri tutma (parlamentodan yerel yönetimlere kadar) ve gününü gün etme havasındaki zavallı “aparat elemanları”...
Bunlardan biri geçenlerde kaybolup sonradan ölü bulunan bir çocuk için sosyal medyadan, koluna bir hafta kurdele takarak protesto etme yöntemini öneriyordu.
Ne kadar “zeki”, “yaratıcı” ve “zorlu” bir mücadele yöntemi değil mi? Türkiye’yi bu “uyanık hamleler” ile kurtaracaklar!
Siyasetimizin kalitesi de – iktidarıyla ve muhalefetiyle – bu düzeyde.
Hayatımız böyle!
Küf kokulu, kasvetli bir hava gırtlağımızdaki pençesini ağır ağır daraltıyor. Soluk almamız gitgide güçleşiyor.
Ama sanki her şey normalmiş gibi tüm bu kalitesizliği olağanlaştırarak yaşamaya devam ediyoruz.
Gören de yedeğimizde ikinci bir hayatımız olduğunu sanır.