Mehmet öldü.
İki kelime...
Bu kalıp herkese uyar.
“Falanca öldü”.
Özne ve yüklem baş başa...
“-di’li geçmiş zaman” fonunda...
Hepimize aynı kalıptan bir veda cümlesi giydirebilirsiniz.
Ben öldüm.
Sen öldün.
O öldü.
Biz öldük.
Çok yalın bir “haber cümlesi”, değil mi?
* * *
Mehmet ölmüş...
Haberi Facebook’tan aldım.
Kıbrıs’tan.
Mehmet oradandı zaten.
Orada da gömülmüş.
Sabah kalkmış. Tavaya yumurta koymuş. Sonra yığılıp kalmış.
Kalpten...
Dürüst insanlara, tavırlara ve sözlere de böyle denmesi ne ilginç değil mi?
Kalpten...
Mehmet’in ölümünü duyuran Şener’i ayrıntılı bilgi vermesi için uzun süre yakalayamadım.
Cep telefonumu aldım elime.
İki numarası var bende Mehmet’in.
Önce birini (çalıyor, çalıyor, ama açılmıyor)...
Sonra ötekini (çalıyor, çalıyor, ama açılmıyor)...
Arayıp duruyorum.
Mehmet’e telefon ediyorum.
Sanki o açacak ve ben soracağım:
“Sahiden öldün mü, Mehmet?”
İki telefon da sahibi ölmemiş gibi çalıyor.
Ama zilin giderek trajikleşen çığlığı, bir türlü insan sesine dönüşmüyor.
* * *
Tam da son zamanlarda bana ölümü düşündüren bir sürü şeyin arasında ortaya çıktı Mehmet’in ölüm haberi.
Dondum kaldım önce.
Üzülmedim bile.
Aklımın ve yüreğimin bazı sayfalarını çevirdim.
Mehmet Türker kimdi benim için?
Bilmiyorum...
20 küsur yıl öncesinde Moskova’da arkadaş olduğum, Kıbrıs’a dönmesinden sonra yılda iki kez (doğum günlerimizde) telefonlaştığımız bir insandı.
İyi bir insandı.
Farklıydı.
Tanıdığımda onun sempatik konuşmasını ve tipini, zeki ve alaycı gözlerini ilgi çekici bulmuştum.
Sonra “bazı mafya çevreleriyle ilişkili olduğunu” anlatmıştı.
Başlangıçta ürkmüştüm biraz.
Ardından “birilerini bacağından vurdurmak” aramızda bir şakaya dönüşmüştü.
Hayatını anlattıkça ondan çok şey öğrendim.
Dürüst ve güvenilirdi.
Benden ve tanıdığım insanlardan farklı bir yoldan geçmişti.
İçinden geldiği çevrelerden edindiği bazı alışkanlıkları vardı.
Mesela, uzun süre düşünmeyi “zaaf” sayardı.
Çabuk karar verir, kararının arkasında ölümüne dururdu. Vazgeçtim demeyi sevmezdi.
Hayatla arasındaki dengeyi kurarken güçlü görünür, çelişkilerini ortaya dökmezdi.
* * *
Masada votka, teypte Ahmet Kaya’nın Bahtiyar’ı vardı.
Ve Mehmet’in kederli gözlerinde sararıp solmuş anılar...
Çok genç bir kıza tutuldu Moskova’da.
Kızın cevabı alaycıydı.
Bir sürü hediye aldı ona.
Hediyeler sürdükçe “ilişki” de sürdü.
“O kız sana göre değil be Mehmet!”
Bu tür sözlerden ve sessizce bunu fısıldayan tavırlardan hiç hoşlanmazdı.
Bildiği gibi yaşayacaktı hayatını.
Öyle de yaşadı.
Yeni şeyler öğrendikçe ışıklı yeşil gözlerini aça aça güler, aldığı dersleri kendi lisanına çevirerek çevresindekileri de güldürürdü.
Bir süre sonra birkaç arkadaş birbirimize şakayla “Foma Fomiç” olarak hitap etmeye başladık (Dostoyevski’nin Stepançikovo Köyü’ndeki “kötü kahraman”).
Nedense en çok onun ağzında ustaca yankılanıyordu bu isim.
Sonradan her yıl aynı gün telefonumu açtığımda karşı taraftan önce tehdide benzer bir çığlık yükselirdi:
“Fomaaaaaa!”
Ve sonra onun boyundan kat kat büyük, devasa kahkahası...
Foma öldü.
Ölümün Anlamı’nın (Schopenhauer) kitaplığımdan masama indiği bir sırada geldi ölüm haberi.
Bir kez daha aynı şeyi düşündüm:
Her ölüm bize kendi ölümümüzü hatırlatır.
Ve hayatın anlamını...
Ve anlamsızlığını...
* * *
Mehmet öldü.
Şimdi zor bir işim var.
Bu haberi...
Bu iki kelimelik yalın cümleyi...
Moskova’daki ortak arkadaşımız İgor’a iletmem gerek.
Gerçekten de çok zor iş.
Bazen iki kelimelik bir cümleye diliniz dönmez, altında ezilirsiniz.
Başımdan geçti, biliyorum.
Yıllar öncesiydi.
Cevdet öldü.
Ve ben bu kısa cümleyi İgor’a söyleyebilmek için saatlerce hazırlandım.
Telefon ettim.
İgor açtı.
Selam verebildim.
Cevdet diyebildim.
Bu kelimenin son hecesi, ilkinden daha boğuk çıktı.
İkinci kelimeyi söyleyemedim...
Şimdi İgor’a telefon etmeyeceğim.
Ve bir daha iki cümlelik haberlerin yarısında ağlamayacağım.
Madem ki internet çağındayız...
Ve ölümler Facebook’tan öğrenilebiliyor...
Ben de bir ileti göndereceğim İgor’a.
Değil iki, tek kelime bile yazmayacağım ona.
Bu yazıyı yollayacağım yalnızca.
Alsın okusun.
Ağlasın.
İnanmazsa telefon etsin Mehmet’e.