Hakan Aksay

17 Nisan 2012

İçişleri Bakanı’na açık mektup

Nasıl başlamalı mektuba? İdris Bey,diye başlasam mesela?..

Nasıl başlamalı mektuba?

İdris Bey,diye başlasam mesela?..

Veya Naim Bey, diye?..

Hangi isminizi daha çok yakıştırıyorsunuz kendinize?

Bu başlangıcı pek sevmediniz galiba…

Koskoca Bakan’a “bey” denmesi hoşunuza gitmedi.

Fazlaca “halka özgü” ve “sıradan” bir hitap gibi oldu, değil mi?

Haklısınız, sonuç olarak bu ülkede milyonlarca erkek için “bey” denilebilir.

Ama bakanların sayısı – Başbakan hariç – sadece 25…

O zaman?

Sayın Bakanım, diye mi başlamam gerekiyor?

Sizi kendime aitmiş gibi göstermek ne haddime! Onun için izninizle iyelik ekini başkalarına bırakayım.

Sayın Bakan,

Siz Türkiye halkını benden iyi tanırsınız.

Yine mi hata yaptım? “Türk halkı” mı demem gerekiyordu?

Ah, evet, sizin Kürt konusundaki demeç ve uygulamalarınızı biliyorum. Meclis’te yüzünüz kıpkırmızı bir halde Kürt milletvekillerine “Kesin sesinizi!” diyen görüntünüz hâlâ gözlerimin önünde.

Ve ancak birkaç kez okuduktan sonra zorlukla anlayabildiğim derin özgürlük felsefeniz hâlâ kulaklarımda:

- Sıkıntı nedir? Özgürlük... Hangi özgürlükten bahsediyorsun? O zaman tutuklanınca da şikâyet etme! Özgürlük yoksa dışarıda, farkı yok içerinin demek ki. Niye şikâyet ediyorsun, demek ki var dışarıda özgürlük! Yaşadığın özgürlüğün varlığını söylemeye özgürlüğün yok, çünkü kafan ipotekli. Onu söylemeye özgür değilsin!

Ne diyordum?

Ha, diyordum ki: Siz halkımızı benden iyi tanırsınız.

Onca zaman mülki idare amirliği yaptınız… Yedi kez kaymakam oldunuz… O kadar belediyede çalıştınız… AKP’yi kuranlar

arasındaydınız…

Tecrübeniz sonsuz…

Kimle nasıl konuşulur, nerede nasıl oturulur ve kalkılır, hangi durumlarda ciddi olunur, ne zaman şaka yapılır; bunların hepsini benden çok daha iyi bilirsiniz.

Bilirsiniz de…

Geçen gün televizyonda gördüm sizi…

Önce kederliydi gözleriniz. Çünkü Erzurum Aşkale’de hayatını kaybeden beş TEDAŞ görevlisiyle ilgili bir görev yapıyor gibiydiniz. Vatandaşlarını yaşatma konusunda fazla becerikli olmasa bile, ölümlerinin ardından son görevi yerine getirmekte olağanüstü titiz davranan bir devletin temsilcisi olarak yüzünüze yerleştirdiğiniz hüzün ve ciddiyet çizgilerini hayranlıkla izledim.

Sonra bir şeyler oldu galiba. Kötü niyetli meslektaşlarımız bazı gerçekleri seyircilerden gizlediler sanırım. Bir şeyler oldu ve aniden siz enerjik kişiliğinizin bambaşka bir boyutunu sergilemeye başladınız.

Belki bir zamanlar kaymakamlık da yaptığınız tanıdık bölgelere düzenlediğiniz gezi, size “nereden nereye” gururunu yaşattı. Bir önceki yöneticilik devrinizden “daha baba” tavırlar aradınız…

Belki yanınızda ve arkanızda gezen gerekli-gereksiz bir sürü insan arasından birileri sizi neşelendirecek sözler söyledi. (Sahi, bu doğal iş gezilerinde o kadar kişi neden takılır peşinize, siz bunu hiç merak

etmez, durup onların bazılarına “Senin burada ne işin var kardeşim?” diye sormaz mısınız?) İltifat mı ettiler? Fıkra mı anlattılar? Yoksa onların cahilliği karşısında bir kez daha kendi üstünlüğünüzü görüp şükrederken çevrenize karşı babacan ve hoşgörülü olmaya mı çalıştınız?

Neşelendiniz birden…

Önünüze bir Sayın Vatandaş çıktı… (Böyle diyebilir miyiz? Olmaz değil mi? “Sayın”, vatandaşa pek uymadı sanki…)

Sizden birkaç yaş büyük, ama sizin kadar eğitimli ve akıllı olmayan, ayrıca yürürken yanında korumaları ve hürmetkâr güruhu bulunmadan tek başına ilerleyebilen bir adam size doğru yöneldi.

Göremediğim gözlerinde bir parıltı olduğu belliydi. Sanki bir akrabasını karşılar gibi heyecanlıydı.

Ben halkı sizin kadar tanımadığımdan, bu vatandaşın neden sizi gördüğü için bu kadar mutlu olduğuna anlam veremedim. Acaba ömrünün kalan yıllarında anlatacağı “bir bakan anısı” mı üretiyordu kaşla göz arasında?

Üstelik size, yani seçkin bir bakana “siz” değil, “sen” diyordu.

Ben “Aa, koskoca bakana ‘sen’ dedi” takıntısına bir-iki saniye harcarken, o sizi kucakladı ve öpmeye girişti. Dünyanın birçok ülkesinde kesinlikle anlamlı ve hijyenik sayılmayacak bir tavırdı bu. Ancak siz ne görüntüyü bozdunuz, ne de “sen-siz” ayrımına takıldınız. Çünkü, dedim ya, siz, benim çok iyi tanımadığım bu halkın içinden çıkmış ve ona önderlik eden birisiniz.

Muhtemelen daha önce birbirini tanımayan iki erkeğin bedensel yakınlaşma anında, siz başlangıçta daha pasif rolde görünseniz de, sonra adamın elini ellerinizin arasına aldınız, ayrıca omuzlarına sağlı sollu dostane darbeler indirdiniz.

Bu arada “halktan biri olma” anlayışınızın dışa vurumu prensibine bağlı olarak ona “N’aber?” diye sordunuz.

O size “Sayın Bakanım”, dedi (O, iyelik eki konusunda benden farklı düşünüyordu çünkü), “senin gelmene çok sevindim.”

Ben saf saf sizin ona “Sağol”, “Teşekkür ederim” veya “Ben de sevindim” gibi banal kelimeler demenizi beklerken siz, eşi benzeri olmayan sürpriz yapma yeteneğinizle bambaşka bir şey söylediniz:

- Sevindin? Yok ya! (Vatandaşın omzuna vurmaya devam ederek.) Nerden bileyim sevindiğini? (Deneyimsiz bir aktör gibi, omuzlarını “bilmeme” işareti olarak abartılı bir tarzda kaldırıp indirerek.) Hele bir takla at da göreyim bakayım. (Vatandaşa sahne gibi kullanması gereken meydanı göstererek.) Hele bir oyna!.. Nasıl oynarsın? Çalsın! (Muhtemelen her ihtimale karşı yanda bekleyen davulcuya dönerek.) Çal bakalım davulcu!..

Sonra kendisine saygısı sadece takla atmamaya yetebilen, ancak dans etmesine yönelik ikinci emri reddedecek kadar onurlu görünmeyen yaşlı adama yanınızdakilerle birlikte ellerinizle tempo tutarak davul-zurna ritminde onu oynattınız.

Bütün bunlar birkaç saniye içinde olup bitti.

Ben gözlerime ve kulaklarıma inanamadım.

Nasıl buldunuz oracıkta o sözleri Sayın Bakan? Nasıl bir şakaydı bu? Nasıl tavırlardı onlar?

Daha az önce beş ölüyle ilgili “incelemelerde” bulunuyordunuz…

Sizi gördüğü için sevindiğini söyleyen bir vatandaşa, sizden yaşlı bir adama “takla at o zaman” demek de neyin nesi?

Artık birini gördüğüne, biriyle tanıştığına sevindiğini söyleyen bir insana karşısındaki “haydi takla at da inanayım” mı diyecek?

Hem neden özellikle takla atmalı?

(TDK sözlüğünde “takla atmak”: 1. Takla atma hareketi yapmak, yani elleri yere koyduktan sonra ayakları kaldırıp vücudu üstten aşırtarak öne veya arkaya yapılan dönme hareketini gerçekleştirmek. 2. Kaza sonucu devrilip yuvarlanmak. 3. Çok sevinmek. 4. Bir kimseye yaranmak için onun hoşuna giden davranışlarda bulunmak, dalkavukluk etmek.)

Siz onun cahilliği karşısında kendi üstünlüğünüzü bir kez daha göresiniz diye mi o sizin karşınızda takla atacak? Siz ondan daha etkili ve yetkili birisiniz diye mi?

O zaman sizin de, sizden daha etkili ve yetkili birileri karşısında takla attığınızı düşünürsek bizi suçlayamazsınız herhalde!..

Takla attırarak bir tür bağlılık testi yapıyor ve eğitim mi veriyorsunuz? Altı çocuğunuzu yetiştirirken onlara da takla attırdınız mı?

Peki, o yaşlı adam önünüzde oynarken siz çok mu eğlendiniz? Az önce andığınız ölülerin acısını mı bastırdınız böylece?

Yoksa devletin ve resmî makamın gücü karşısında zoraki dans eden adam çok mu komik geldi size?

Sizin, polis teşkilatının yıldönümü töreninde Polis Marşı’nın sözlerini duvardan okumaya çalışırken, iyi göremediğiniz için bir sağa bir sola beşik gibi durmadan sallanarak harflerle mücadele etmeniz sırasında düştüğünüz durumdan daha mı komikti acaba?

Doğum gününüz olan 1 Haziranda bütün İçişleri Bakanlığı mensuplarının önünüzde takla atmasını ister misiniz Sayın Bakan?

Ya da büyük makama gelmenizin birinci yıldönümü olan 6 Temmuzda?

Neden olmasın?

Siz bu halkı benden daha iyi tanırsınız. En az “yüzde 50’nin” takla atmaya benim gibi tepki göstermeyeceğini de çok iyi bilirsiniz.

Daha genç ve muhtemelen sırt-bel ağrısı olmayan sadık vatandaşlar rahatlıkla takla atabilirler sanırım.

Siz de onların önüne pirinç ve kömür çuvalları atarsınız, mesela.

Ve bu devran böyle devam eder gider.

Ta ki bir gün siz TDK sözlüğünü açıp da “takla atmak” fiilinin ikinci anlamını öğrenene kadar…