Hakan Aksay

14 Ağustos 2016

Geldiler... Onun için ben gidiyorum...

Ali Ağaoğlu da köşe yazarı oldu ya, ben bir süreliğine kenara çekilsem eksikliğim hissedilmez herhalde

Biz niye yazıyoruz ki?

Yani yazdığımız ne işe yarıyor?

Yok hayır, bugün solumdan kalkmadım.

“Bu satırlarla” yazı hayatıma nokta koymaya niyetim de yok.

Bunalım falan da geçirmiyorum.

Ama bunaldığım, sıkıldığım, yorulduğum doğru.

Kocaman, kumlu ve paslı bir kovanın içindeyiz hepimiz.

Birileri kovayı sallayıp duruyor.

Biz de sallanıyoruz; sağa, sola, aşağı, yukarı...

O arada bir şeyler söylemeye ve yazmaya çalışıyoruz.

Söz ve yazı, küçük bir hava kabarcığı gibi kovanın yüzeyine doğru yükselmeye çalışıyor.

Ama tam o anda yine sallanıyor kova, kir pas birbirine karışıyor.

                                             *     *     *

İki saattir deniz kenarında bir çay bahçesinde oturuyorum.

Ve iki saattir yan masadaki üç çocuklu bir kadın (dördüncüsü de karnında) hiç susmuyor.

Tahminen 1,5-2 yaşındaki oğlu, bazen masa aralarında dolaşan kedilere bakıyor.

Kadın bunu görür görmez heyecanlanıyor ve çocuğu kucaklayıp eliyle elini kedilere doğru yönelterek hep aynı soruyu tekrarlıyor:

“Kedi nerde? Kedi nerde? Kedi nerde? Kedi nerde? Kedi...”

Hep aynı soru...

Bıraksa, çocuk kendi “şahsi” gözlemleriyle belki daha ince detayları fark edebilecek.

Ama kadın iki saattir hep aynı taktiği izliyor:

“Kedi nerde? Kedi nerde? Kedi nerde? Kedi...”

Ara sıra çocuk “gık-mık” sesler çıkardığında kadının mutlu feryatları tüm çay bahçesini inletiyor:

“Ah, benimmm akkılllı oğluuuum.”

Doğrusu çocuğun gözlerinden zekâ fışkırdığı söylenemez.

Bu işte annesinin “eğitim yöntemi”nin de payı vardır mutlaka:

“Kedi nerde? Kedi nerde? Kedi...”

Uzun süredir Türkiye’de yaşayan bilge bir Rus kadının dedikleri aklıma geliyor:

“Türk erkekleri genellikle fazla akıllı ve yetenekli değil. Ama nedense hepsi kendine çok güvenli. Hiçbir şey okumasalar da her şeyi bildikleri hissiyle yaşıyorlar. Galiba bunda Türkiye’de annelerin oğlan çocuklarını yetiştirme tarzının büyük etkisi var.”

Çay bahçesinden kalkıyorum.

Arkamdan aynı ses geliyor:

“Kedi nerde? Kedi...”

                                             *     *     *

“Demokrasi nöbeti” sürüyor, bütün yurtta ve “yavru vatan”da.

İllaki miting olması şart değil, hayat tarzımız oldu bu “nöbet” artık.

FETÖ’cü avı, ihbarlar, cezalar, arada “Allah bizi affetsin”ler, sonra “ama biz onları affetmeyiz”ler, konuşmalar, bağrışmalar, alkışlar...

Koca bir toplum tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış gibi sarsıla sarsıla “nöbet” geçiriyor.

Medyanın büyük bölümü, artık şaşırma ve tepki gösterme yeteneğini kaybetmiş halde, donuk gözlerle ve sözlerle işini “otomatiğe bağlamış” halde.

Şema çok basit: “Gasteci” ara sıra “havuz”dan kafasını kaldırıp “yukarıya” bakıyor, oradan ne ve “nasıl” (bakın burası çok mühim!) geliyorsa, anlamaya çalışıyor ve hemen kendi - karşılığı fazlasıyla ödenmiş - alanında uyguluyor. Bu kadarcık!..

Ha, bu arada “köşe yazarlığı” şahane bir meslek, biliyor musunuz?

Aynı anda hem yazı yazıp hem de dans etmek mümkün.

Vur FETÖ’ye, yağla iktidarı, bak keyfine!

Adamın biri ne güzel demiş dün:

“Artık yolda arabanın amortisörü patlasa FETÖ'cü yaptı diyorlar. Bu iş cadı avına döndürülüyor, sulandırılıyor.”

Helal olsun, diyeceğim ama...

Baktım, büyük adam çıktı: Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş. Benim övgüme ihtiyaç duymaz.

Ancak o tür “amortisörlü” lafları sıradan insanlar etse, “N’oluyo lan!” diyen çıkabilir.

Haberi okudum, babası Alparslan Türkeş'in FETÖ tarafından zehirlenerek öldürüldüğü iddiasına kızıyormuş.

Oysa büyüyünce lider olmaya kesin kararlı olan Ahmet Özal, tam tersine, “babamı FETÖ öldürdü” diye ortalarda takla atıyor. Hırsı uğruna ölmüş babasına 23 yıldır ne katiller buldu da beğendiremedi çocuk: “Katil SSCB, katil Ergenekon, katil FETÖ”...

Siyaset dünyamızın denizleri pek bir “derin”, gördüğünüz gibi.

Hepsinin çocukluğunda benzer soruların ciddi izler bıraktığına bahse girerim:

“Kedi nerde? Kedi nerde? Kedi...”

                                             *     *     *

Eh, biz de köşe yazarıyız ya, bu ortamı kendimize göre “derinden analiz edip” yorumlayacağız.

Siz de yazıyı okuyup beğeneceksiniz inşallah (bu arada “twitlemeyi” ve “like’lamayı” unutmazsınız herhalde).

Köşe yazarlığı çoook ciddi bir iştir!

O kadar ciddi ki...

Bu hafta içinde yeni bir “meslektaş” kazandık: Ali Ağaoğlu.

Adamcağızın köşesi yoktu.

Ama parası boldu.

Bastırdı parayı çatır çatır, hem de yazarıyla polemik yaptığı Hürriyet Gazetesi’ne. Reklam desen reklam değil, köşe gibi. Yukarıya nispeten zeki bir fotoğrafını ve altına da e-mail adresini “çakmış”, yazıyor da yazıyor...

Ee, serbest piyasa! Adam parasını verdiyse sen de yazısını basarsın.

Düşündüm de...

Madem binlerce kişilik köşe yazarları ordusuna böyle yeni ve eşsiz bir “numune” katıldı...

Ben bir süreliğine kenara çekilsem ve yazmaya mola versem eksikliğim hissedilmez herhalde.

Yani “nöbet”teki milyonlar hiç hissetmez, orası kesin.

Bir miktar dost okur varsa onlar da anlayışla karşılasın artık.

Kediler, FETÖ’ler, “nöbetçiler”, “havuzcular” ve durmadan çalkalanan kova derken...

Bana biraz...

Geldiler...

Onun için ben gidiyorum...

Benim olmadığım süre içinde, T24 yöneticilerinin köşeme yukarıdan aşağıya Türk bayrağı koyarak sürekli ön sıradan yer vermesini önemle rica ederim (yapmazlarsa “FETÖ’cüler” diye şikâyet ederim).