Hakan Aksay

30 Haziran 2013

Galiba vatanını ve milletini sevmeyen bir 'bölücü'yüm ben

'Vatanını ve milletini sevme' ezberinden kurtulup buna bir de “bölücülüğü” eklesem: Mümkünse aynı değerleri paylaşan insanlarla küçük ama özerk bir dünya kursak...

Şöyle bir derinlere dalıp da çıkamayınca...

Yıllanmış faturaların arasında...

Boğulmayı da ödemeyi de beceremeden...

Hani Can Yücel'in “Dünyayı istediğin bir renge boya/ bir renk de kendinden kat/ kapat gözlerini bir hikâye yarat” dediği anın nefesini artık ensemde hissederek...

Kapatıyorum gözlerimi, kendi hikâyemi aramak için...

Çıkan sonuç hiç de “devlet-millet yararına” ve “genç nesillere örnek” olacak türden değil...

Ne (devlet) büyükler(in)e saygı, ne (milletin) örf ve adetler(in)e bağlılık, ne vatanın (ve milletin) bölünmez bütünlüğü...

Sevdiklerim ve sevmediklerim maalesef “uymuyor müfredata"...

 

Bakıyorum son haftalarda yaşadıklarımıza... Okuyorum tekrardan bu sürede yazdıklarımı...

Bu mu olmalıydı tek bir düğmeyle insanı bilginin inanılmaz diyarlarına fırlatan akıl dolu teknoloji çağının hayatlarımızda bıraktığı tortu?

Polis, dayak, tehdit, yalan, “bayrak ve cami kışkırtmaları”, sorgusuz sualsiz alkışlar ve karşılıksız birer çek gibi uzatılan yuhlar, ancak aptalların inanacağı hikâyelerle basılan gazeteler...

Hayat tarzına müdahaleleler, hurafeler ve ananeler, azınlık olanın anasından emdiği sütü burnundan getirmeler, demokrasiyi tek bir güne (seçim gününe) indirgemeler, koltuğu kapan her bir kifayetsiz muhterisin “kendini fasulye gibi nimetten sayması” ve “asla yanılmayan” kokuşmuş egosunu iğrenç bir titizlikle her dakika sulaması...

Kitap ve bilgi yerine karın ve göz doyurma, fikir ve eleştiri yerine her tarafta duyulan ucuz kalıplardan seçmece yapılarak ağızlara şipşak monte etme, ama herkesin kendinden ve “yorumlarından” son derece emin ve güvenli olması, bol keseden din ve ahlak sosu, kritik aşamada bütün kararların fıldır fıldır dönen gözler eşliğinde “nereden 3-5 kuruş daha gelir?“ ölçütüne bağlanması...

Sonra kendi hayatıma bakıyorum. Aşağı yukarı 40 yıl önce de benzeri rezilliklere isyan etmiştim ben... 30 yıl önce de... 20 yıl önce de... 10 yıl önce de...

Spiralde kıvrım kıvrım ilerleyip de hep aynı yere çıkıyormuşuz gibi sanki...

Eskiden de yazdım çizdim, konuştum, bir ara “örgütçülük” bile yaptım; ama en çok yazdım... Hâlâ daha yazmaya devam ediyorum. Şimdi de – tıpkı geçmişte olduğu gibi - bazen seviniyorum, dünyanın ve Türkiye'nin değiştiğini saptama coşkusuyla. Sonra da kederleniyorum, aslında pek bir şeyin değişmediği hissi, hazmedilmeyen yağlı bir yemeğin mideye oturması misali ağırlaştırdığında yüreğimi...

Pişmanlığı marifet sayanlardan değilim, ama hayallerimi geriye sarmayı deniyorum bazen, umutsuz bir oyuncağı yeniden kurcalar gibi. Başkalarına söylemeye utansam da, kendime fısıldıyorum: Acaba bütün bu “önemli işler”i yapmaktansa, sıradan ve huzurlu bir hayat sürseydim daha iyi olmaz mıydı?

Siyasete kaptırdığım zamanı edebiyata, müziğe, sinemaya falan paylaştırsaydım. Ve daha keyifli tembellikler yapsaydım. Söz gelimi, çam kokusu altında gizlenen hamaklarda sık sık uyuklasaydım...

Kendimi, bir türlü değiştiremediğim tarihe ve insanlığa karşı sorumlu hissedeceğime, daha çok serseri hayaller kursaydım. Dağ başında bir ağaç olsaydım, mesela... Veya denizde bir yelkenli... Ya da sahilde dalgalarla yarışan bir martı...

 
*   *   *

Kaçmak, uzaklaşmak, özgürleşmek isteği son yıllarda daha sık uğramaya başladı benim istasyonuma. İlk trenleri ciddi bir yüz ifadesiyle kaçırdım. Ama sonradan ara sıra vagonlara binip uzun yolların cazibesine bir süre göz attığım oldu. Hatta epeyce arayıp bir “sığınak” buldum ve bir köşesine iliştim bile. Ama “eski dünya”dan kendimi tam kurtaramadan, iki arada bir derede gezinerek...

Kurtulur muyum, kurtulursam bu ne kadar zamanımı alır, bilmiyorum. Kurtuluşun nasıl olacağını bile öngöremiyorum.

Uzaklaşabilir miyim acaba siyaset denilen bu bezirgan sofrasından? Yüzyıllardan bu yana farklı liderlerin ufak tefek nota ayrımlarıyla icra ettikleri aynı şarkıya sonunda tıkayabilir miyim kulaklarımı?

Gazetelere ve televizyonlara veda edebilir miyim?

Siyasi makalelerime, Rusya analizlerime, hatta işe yaramaz ahlaki yazılarıma?

Ne yönetici gölgesi, ne okur kaygısı...

Ne para kazanma gailesi...

Ve internet işgaline son versem hayatımda...

Cep telefonunu da törenle atsam çöpe...

Uçsuz bucaksız bir doğa, bol hayvan ve az insan...

Ne vatan, ne millet, ne Sakarya!

*   *   *

Dünyayı bilip anlamadan kendi ırkını, milletini, dinini, ülkesini övmeye ve onlara ait olmanın kırıntılarında kendi kıymetini bulmaya çalışanlara kepenklerimi tümüyle kapatabilsem...

Ne haksızlık, adaletsizlik ve zorbalık diyarını bana “vatandır” diye yutturmaya kalkanları dinlesem; ne de üç kağıtçı ve vicdan fakiri kalabalıklara “ne de olsa halkımız, milletimiz” diyerek sahip çıkanların arasında yer alsam. Ne toprak parçasını, ne parayı, ne bayrağı, ne dini kutsal saydığımı her daim haykırabilsem ve illa bir şey kutsal olacaksa, onun insan hayatı olduğunu, özgürlük olduğunu, adalet olduğunu evimin duvarlarına kazısam...

“Vatanını ve milletini sevme” zorunluluğundan ve ezberinden kurtulurken buna bir de “bölücülüğü” eklesem: Mümkünse benimle aynı değerleri ve yaklaşımları, ortak beğenileri ve keyifleri paylaşan insanlarla beraber – fark etmez, onlar Türk, Kürt veya “yabancı” da olabilir – küçük ama özerk bir dünya kursak...

Barış güvercinleriyle birlikte nöbetleşe bekleyeceğimiz sınır kapısında da “Buraya ırkçılık, milliyetçilik, inanç sömürüsü ile azınlıklara düşmanlık ve farklı görüşlere hoşgörüsüzlük giremez!” diye yazsak...