Hakan Aksay

14 Kasım 2014

Sayın Yıldız, istifa sizin meseleniz, sadece sizin!

İstifa bireysel bir tasarruftur, edersin ve gidersin!..

 

Enerji Bakanı Taner Yıldız istifa etmiş!

Yani...

Etmiş de... aslında etmemiş...

Etme kararı almış, ama daha kesinleştirmemiş...

"Başbakanım'la paylaşacağım" diyor. Hükümetin gündemine iletiyor.

Neyi?

İstifa kararını...

Daha doğrusu istifa etme ihtimalini...

Aralarında geçen konuşma muhtemelen şöyledir:

- Sayın Başbakanım, ben elimden geleni yaptım. Ama bu muhalefet var ya!.. İstifa etmemi istiyor. Ben onuruna düşkün bir adamım. Bırakın beni, tutmayın; istifa edeceğim vallahi!

- Olur mu hiç, Taner Bey. Biz seni 'yedirir' miyiz? Daha ne talep ve iddiaları atlattık. Boş ver! Konuşur konuşur susarlar!..

- Peki, efendim. Siz nasıl takdir ederseniz...

Sayın Yıldız, ne yani, siz böyle mi istifa ediyorsunuz?

Soma'dan sonra da istifa ettiğinizi, şimdi yine aynı kararı aldığınızı açıklıyorsunuz.

Peki, bu mudur istifa sizce?

Hayır, Sayın Bakan, hayır!

Hukukta istifa, tek taraflı ve tamamen bireysel bir tasarruftur.

Yani siz, "3 Nisan 1962'de, Yozgat Devecipınar'da, Eşref Bey ve Emine Hanım'dan doğma Taner Yıldız" olarak kararınızı alır ve kimseye sormadan uygularsınız.

İlgili mercilere de böyle duyurursunuz.

Bu kadar!

Medeni ülkelerden neden sık sık istifa haberleri geliyor, biliyor musunuz?

Çünkü "Ben onuruna düşkün insanım, istifa ederim" diyen yetkililer gidip istifasını veriyor ve olay bitiyor.

Kimse bu işi "yetkili kişi ve kurulların gündemine" sunmuyor. Referandum falan da düzenlemiyor.

Ayrıca istifa kararından "parti desteğiyle vazgeçtirilmesini", kendi siyasi konumunu güçlendirici kurnaz manevralara dönüştürme planı da yapmıyor.

İstifa ediyor...

Ve gidiyor.

Anlıyor musunuz?

 

13:00 - Bütün eşcinselleri öldürelim de bitsin bu iş!

 

Bugünkü Millî Gazete'nin manşetini gördünüz mü?

"Ahlaksız davet! AB bastırıyor, Meclis'te eşcinselleri savunacak vekil aranıyor"

Haberdeki vurgular ve tarz aynen korunarak "Vurun kahpeye!" türünden bir katliam çağrısı ya da "Keselim bu eşcinselleri de kurtulalım" gibi bir "çözüm" (!) ileri sürülebilirdi.

Millî Gazete, 21 Kasımda Arnavutluk’un başkenti Tiran’da yapılacak LGBTİ (lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel, interseksüel) seminerine Türkiye’nin de katılmasına sert tepki gösteriyor.

"AB, cinsel sapkın ve sapıkların korunması için Tiranda yapılacak zirveye milletin vekillerini istiyor… Cenab-ı Allah’ın lanet ettiği, kavimlerin helak olduğu nahoş bir durumla ilgili AB seminerinde Türkiyenin temsil edilmesi talebinin tutanaklara geçmesi bile bu necip millete ve inancına yapılacak büyük bir hakaret hükmündedir."

Devamla, biraz hükümete, ama daha çok LGBTİ ile ilgili araştırma komisyonu kurulmasını isteyen CHP'ye ve daha da ileri giderek seçimlerde LGBTİ bireylerini aday gösteren HDP'ye çatıyor.

Tabii o arada "Batı'nın ahlaksızlığı" ve "İslam Birliği" gibi eski tezlerini yeniden fırına sürerek.

Haberde (pek "haber" de değil bu aslında), "millet ve ahlak adına" öyle büyük bir nefret ve coşkuyla çağrılar yapıyor ki, sanırsın yolsuzluklara, türlü kazalara ve katliamlara karşı yeterince etkili mücadele edemeyen Meclis'in en önemli görevi eşcinselleri yok etmek!..

Türkiye zaten eşcinsel katliamlarıyla, nefret suçlarıyla, LGBTİ bireylerine karşı her türlü baskılarıyla ünlü bir ülke. Son yıllarda onlarca "namus cinayeti" işlendi.

Hatırlayın: Çetin Çalık, Hüseyin Çavuş, Petro Melikşahoğlu, Berç Anahtarcı, Salem Demircigöz, Cemalettin Karakuş, Ahmet Yıldız, Çağla Joker ve daha niceleri...

Diyarbakır'da 18 yaşından küçük bir genç vardı. Bilmem hâlâ yaşıyor mu... Birkaç ay önce Diyarbakır Barosu’na sığınmıştı. Şöyle diyordu:

"Eşcinsel olduğumu öğrenen ailem tarafından darp edildim. Babam, dayaktan sonra başıma silah dayayıp elime Kuran’ı Kerimi verdi ve ‘af dilededi. Ertesi gün bir yolunu bulup, evden kaçtım. Ailem tarafından arkadaşlarımın evlerine baskınlar yapıldı, onlar da darp edildi. Sığınacak bir yerim yok. Yaşamım tehdit altında."

İşte böyle karanlık öykülerin ülkesi Türkiye.

Bu arada 10 gün sonra bir etkinlik daha yapılacak. CNN Türk'ün sitesinde yer alan "Camide eşcinsellerle birlikte 'İslam ve homofobi' tartışılacak" başlıklı habere göre, Almanya'nın başkenti Berlin'de, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'ne bağlı Şehitlik Camisi, eşcinselleri ortak bir panel düzenlemek için camiye davet etmiş.

Eşcinseller 24 Kasım günü saat 19.00'da önce camiyi gezecek, daha sonra da panele katılacaklarmış.

Etkinliğe katılım çağrısı Leadership Derneği, Göçmen Lezbiyen ve Homoseksüeller Derneği ile Şehitlik Camisi Derneği tarafından yapılmış.

Hoşgörüsüzlük, ayrımcılık ve şiddetin ortadan kaldırılmasını hedefleyen projenin oldukça çarpıcı bir parolası var:

"Diğerleriyle Karşılaş!"

Millî Gazete'nin bilgisine...

 

10:00 - Akif Beki, Erdoğan'ın sözcülüğüne devam ediyor hâlâ

 

Bu sabah gazeteleri okurken sıra Hürriyet'in 27. sayfasına geldi. Akif Beki bugün ne yazmış diye bir baktım.

"Erdoğan fani bir kiracıdır komşu" başlığıyla, sık sık yaptığı gibi, köşe komşusu Ertuğrul Özkök ile cilveleşerek kim bilir kaçıncı kez, şefi Tayyip Erdoğan'ı savunmaya çalışmış.

Erdoğan'la eski apartman komşuluğundan da feyz alarak, bir kez daha milyonlarca dolarlık (kaç)AK Saray'ın ne kadar doğal bir devlet konutu olduğunu yazıyor.

Cumhurbaşkanı demiş ki: "Ben lüks, şatafat, gösteriş, ihtişam düşkünü olsaydım 12 yıllık başbakanlığım boyunca, sıradan bir apartman dairesinde yaşamazdım. Yeni Cumhurbaşkanlığı konutuna taşınma nedenim ihtiras değildir, bu saatten sonra kimse bunu söyleyemez..." Beki de buna hak veriyor tabii.

Geçenlerde de bu (kaç)AK Saray'ın aslında fazla büyük olmadığını - onu dünyadaki başka resmî konutlarla işine geldiği gibi kıyaslama çabasına girerek - kanıtlamaya çalışmıştı.

Erdoğan'ın A330 uçağının sürekli yolcusu Akif Beki. Hani şu Cumhurbaşkanı'nın yanında kümelenerek fotoğraf çektiren sürekli bahtiyar ve uysal yüz ifadeli insanlardan biri.

Ama o, sıradan bir "yandaş gazeteci" değil. Ötekilerden farklı.

Bir kere, Erdoğan'la arasında çok eski bir "gönül bağı" var. 2005-2009 arasında Başbakanlık Basın Sözcüsü idi. Bu görev onu o kadar etkiledi ki, bir daha hiçbir zaman Erdoğan'ın sözcülüğünden vazgeçmeyeceğine dair ant içti.

Çıkardığı 4 kitaptan 3.'sünde ("Erdoğan'ın Harfleri"), liderinin zihin dünyasını konuşma dili üzerinden analiz etti. O kitapta Musa Peygamber ile Erdoğan'ın hayatları arasında inanılmaz paralellikler olduğunu anlattı.

Uludere, Gezi, maden kazaları, dış politika sorunları, gündeme her ne gelirse gelsin, Beki, Erdoğan'ı savunmaya, onun elini güçlendirmeye çalıştı.

Ama bu görevi kaba bir yöntemle yapmadı. Bazı önemsiz konularda iktidarı eleştirmekten bile çekinmeyen ve aynı zamanda "entelektüel ve muhalif kesimlere de seslenecek tarzda" gerçekleştirmeye özen gösterdi.

Çünkü o, sadece kendi mahallesinin yayınlarında ("eski" Zaman, Yeni Şafak, Kanal 7, Kanal 24)  gazetecilik ve yöneticilik yapmadı; aynı zamanda Yeni Yüzyıl, Radikal, Hürriyet gibi "öteki tarafa seslenen" gazetelerde de çalışmasını bildi. Bir ara Erdoğan tarafından, Milliyet ve Vatan'ı satın alan Demirören Grubu'na "Medya Grup Başkanı" olarak gönderildi.

Bu bakımdan kendisi "dönüşüme uğrayacak" yayınlara sızdırılan ideal bir "iktidar ajanı".

Bugün için Doğan Grubu içinde "AKP'den sorumlu köşe yazarı ve program yapımcısı".

Aynı zamanda "Doğan Medya Grubu batarsa, ben de batarım" diyebilecek kadar da şakacı bir şahıs.

 

00: 05 - Erdoğan'ın 'iyi Fatih'i ve 'kötü Fatih'i

 

Aslında üçü de birbirine benziyor.

Üç "yiğit"... Üç "delikanlı"... Maço üsluplu ve her an kavgaya hazır görünen üç Türk erkeği...

Birincisi Fatih Terim, ikincisi Fatih Altaylı, üçüncüsü Fatih Sultan ..., pardon, Recep Tayyip Erdoğan...

Sultan olup da beyaz sarayda oturanı, kendine uygun bir ülke inşa ediyor.

Bu "Yeni Türkiye"de her şey sil baştan edilip yeniden düzenleniyor: Siyaset, yargı, medya, kültür, spor...

Sultan her konuda Allah vergisi bir birikim sahibi. Mimaride de uzman, uçak dizaynında da... Heykelden de anlıyor, kürtajdan da... Gazetecilikten de, futboldan da...

En önemlisi, "insan sarrafı". Kime güvenilebileceğini, kimin saf dışı edilmesi gerektiğini anında hissedebiliyor.

 

*   *   *

 

"Türk futbolunun imparatoru" Fatih Terim, bir yandan kendisiyle ilgili konularda burnundan kıl aldırmaz görünürken, diğer yandan siyaset ve futbol dünyasındaki dengeleri yakından izleyerek her zaman "iktidar"a ve "güc"e uygun davranmayı iyi beceriyor.

Bir Sabah yazarının deyişiyle, "Eski Terim, eski Türkiye'dir aslında: Mesut Yılmaz'ların, Mehmet Ağar'ların, Cavit Çağlar'ların, derin devletlerin, ağır ağabeylerin, Soprano'ların Türkiye'si..." (Sabah, 9 Nisan 2013)

Doğrusu, benim "eski" ve "yeni" ayrımında pek başarılı olduğum söylenemez. "Eski Türkiye" ile "Yeni Türkiye" farkını tam anlayamadığım gibi, Terim'in nasıl "yenilendiğini" de pek çözemedim.

Ama bir şeyler oldu ve "ezelden beri" Galatasaraylı olan Terim, "Fenerbahçeli Erdoğan" tarafından futboldaki alt üst oluş sürecinin tepesine yerleştiriliverdi.

 

*   *   *

 

2006 Mayısı'ndaki Avrupa Birliği-Latin Amerika Zirvesi çerçevesinde düzenlenen (ve ikisinin de ikişer gol attığı) futbol maçı sırasında mı kaynaştılar, bilemiyorum.

Ama aralarındaki "dostluk", Fatih Terim'in Türkiye Futbol Direktörü olarak TFF ile 5+2 yıllık (ve toplam 24.8 milyon Euro'luk!) mukavele imzalamasına, stadyumlara onun adının verilmesine, hatta Erdoğan'ın "Meşgalesi olmasa kendisini de Akil İnsanlar Heyeti'ne alırdım" diyerek siyasi alanda bile güven ifade etmesine kadar uzandı.

Bu yolda medyaya yansıyan ilk demeç, 2013 Ağustosu'nda yaptıkları görüşmede, Erdoğan'ın Terim'e "2014 finallerinin kaçmak üzere olduğunu" ve kalan dört maç için gereken başarıyı ancak kendisinin gerçekleştirebileceğini söylemesiydi:

"Brezilya mucizesini ancak sen gerçekleştirebilirsin!"

Terim'in yine bir "Brezilya mucizesi" gerçekleştirmesinin ardından, dün Erdoğan, kendisine sadık adamlarını asla terk etmeyeceğini ve onları her koşulda koruyacağını gösterdi. 4-0'lık Brezilya yenilgisinden sonra şöyle dedi:

"Brezilya’da deniz kenarında kumda top oynuyorlar. Kum kasları güçlendirir. Kumda koştukları için atak ve güçlü oluyorlar. Fatih Hoca ne yapsın? Çıkıp kendisi mi oynasın? Fatih Hoca’nın hayalleri yüksek..."

 

*   *   *

 

Dün bir Fatih daha gündemdeydi: Fatih Altaylı.

Kısa süre önce İstanbul'daki üçüncü havaalanıyla ilgili "kuşku uyandıran" ve "iktidara yönelik güven sarsıcı" yazılar yazdığından dolayı Erdoğan'ın gazabına uğrayan Altaylı'nın, 2007'de kurduğu Habertürk Gazetesi'nden ayrılmak zorunda kaldığı yolunda haberler çıktı.

Cumhurbaşkanı tarafından "hazımsız" olarak nitelenen ve "acil operasyona ihtiyaç duyduğu" savunulan Altaylı, 9 ay kadar önce "Alo Fatih" vakasının kahramanlarından biri olmuştu.

Oradaki "hükümet komiseri" Fatih Saraç, Erdoğan'ın direktifleri doğrultusunda Habertürk'e yön verirken, hem patronu Turgay Ciner'le ilişkisini bozmamaya, hem de genel yayın yönetmeni koltuğunu koruyarak gazeteyi idare etmeye çalışan Altaylı ciddi bir sarsıntı geçirmişti.

Mart ayı sonunda gazetenin yönetiminden ayrıldı ve sadece köşe yazarı olarak devam edeceğini açıkladı.

Şimdi de - kesin bir açıklama olmamasına rağmen - gazeteden tümüyle ayrılmak üzere olduğu konuşuluyor. (Geçen hafta da Altaylı'nın gazeteyi birlikte kurduğu Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Doğan Satmış işten çıkarılmıştı.)

 

*   *   *

 

11 Şubat 2014'te Fatih Altaylı'yı Cüneyt Özdemir'in programında konuk olarak izledikten sonra T24'te 'Gücü özgürlüğünde' ne güzel bir slogan, değil mi Fatih Altaylı?' başlıklı bir yazı yazmıştım.

O yazıda Altaylı'nın "Bugün gazeteciliğin onuru ayaklar altındadır" sözleri de, "Havuz gazeteciliği hâkim kılınmak isteniyor" saptaması da, "Bugün herkes benzer baskılar altında gazetecilik yapıyor. Herkesin içinde bir korku var." cümleleriyle yansıttığı endişesi de yer almıştı. Bunlar Altaylı'nın önemli itiraflarıydı.

Aynı yazıda Altaylı'ya yönelik olarak "Siz her ne kadar 'Ben istifa edersem patron gazeteyi kapatabilir' deseniz de, yerinize pekâlâ bir başka yönetici gelebilir. Bunlar doğal artık medyamızda." diye yazmıştım.

Altaylı "azılı bir muhalif" ve "tehlikeli bir Erdoğan düşmanı" mıydı?

Yooo...

Ama "Yeni Türkiye"nin biat mantığı içinde, tıkır tıkır işleyen bir siyasi yapıya, yargıya, medyaya, spor yönetimine ihtiyacı var.

Her alanda "kayıtsız şartsız bağlılık", köprü başlarında duran insanlarda aranan ilk özellik.

Bu ölçüt kimini işinden ediyor, kimini ise "uçuruyor".

"Fatih", Arap dilinde "zafer kazanan, fetheden" anlamına geliyor.

Ama bu dönemde bütün fatihler zafer kazanamıyor.

@AksayHakan