Hakan Aksay

15 Mayıs 2016

Erdoğan neden hayatımızda bu kadar büyük yer kaplıyor?

Yalnızca biat edenler değil, belki daha çok nefret edenler, onu hayatlarının merkezine yerleştiriyor

Her gün, her gün...

Her Allah’ın günü...

Bazen neredeyse her an...

Bütün gazetelerde...

Gazetelerin bütün sayfalarında...

Özellikle de televizyonlarda...

Bazen aynı zamanda bütün kanallarda...

O da yetmedi; evde, iş yerinde, okulda, restoranda, kahvede, stadyumda, otobüste, sokakta...

Arkadaşlar arasındaki söyleşilerde...

Akraba sohbetlerinde...

Tesadüfi tanışmalarda...

Her yerde, her zaman:

Erdoğan, Erdoğan, Erdoğan!..

Kimisi seviyor onu, hatta tapıyor...

Kimisi hiç sevmiyor, dahası ölümüne nefret ediyor.

Ama kimse “ona karşı boş değil”.

Böylesine bir duygu, dikkat, gündem odağı...

Hep Erdoğan.

Onunla uyanıp onunla soluk alıp onunla uykuya dalıyor gibiyiz.

                                             *     *     *

 

Bu kadarı anormal değil mi?

Bir cumhurbaşkanı nedir?

Alt tarafı bir cumhurbaşkanıdır.

Birini seçtik, bir süre için o makamda bulunsun diye iş sözleşmesi yaptık, bir anlamda emeğini kiraladık, ücretini veriyoruz.

Olağan şartlarda o süre dolana kadar hizmet edecek.

Sonra bırakacak.

Böyle bir üst düzey memur işte.

O kendi işini yapacak...

Biz de kendi işimizi.

Her gün neden onu düşünmek, konuşmak zorundayız?

Bütün ülkelerde böyle mi sanıyorsunuz?

Günler boyunca liderini konuşmayan, gazetelerde ve televizyonlarda görmeyen ülkelerin halkları sizce çok mu eksik kalıyor?

Çok mu mutsuz oluyorlar?

Peki, biz çok mu mutluyuz?

Ondan böyle sürekli nefret etmek çok usandırıcı, hatta tüketici değil mi?

Onu bunca sevmek de bezdirici olsa gerek; çünkü o tür sevgide epeyce biat, gerginlik ve korku sosu var.

Bu kadar yorulmak şart mı?

Ve bu kadar yormak?

                                          *     *     *

 

Erdoğan bu kadar sık ve yoğun gündem olmanın sakıncalarını bilmiyor mu?

Galiba umursamıyor.

Kendini özletmek için kısa süreli aralar vermekten bile çekiniyor; yurtdışına çıkarken bombanın pimini çekip içeri bırakma telaşı, “ortalığın çalkalanmasını” istemesi bu yüzden.

Unutulmaktan, daha doğrusu önemsenmemekten çok korkuyor.

Halka, yandaşlarına, en yakın yardımcılarına bile güvenmiyor.

Diğer taraftan kendini her konuda uzman ve otorite olarak kabul ettirmeyi çabalıyor.

Heykel ve filmden, uçak ve bina yapımına kadar bütün alanlarda (“Türkiye’nin 3 G’den 5 G’ye geçmesi” yolunda kısa süre önce kulağına fısıldananları nasıl da meselenin en büyük uzmanı gibi bütün ülkeye anlatmıştı, hatırlıyor musunuz? Sonra da “Sayın Cumhurbaşkanımız kırılmasın” diye 4,5 G diye bir şey “icat edilmişti”).

Kimin ne tarz yaşaması, nasıl oturup kalkması, kiminle yatması, kaç çocuk doğurması vs. bir dizi yaşamsal konu ondan sorulsun istiyor.

Böylesine uçsuz bucaksız bir “sevgiye”, “hayranlığa”, daha doğrusu sınırsız bir itaate ihtiyacı var.

Nasıl bir yaralı geçmişin sıkıntılı sonuçları bunlar!

Oysa o Türkiye’nin en akıllı, en eğitimli, en yetenekli yurttaşı değil.

Ancak “ortalamanın yükselişi”, bunu kendileri açısından eşsiz bir avantaj, “eğlenceli bir hikâye” ve olası bir “aynen parlama ihtimali” olarak gören kitleleri büyülemiş durumda.

Bunun için Erdoğan’ın kusurları alenen gizlenerek ya da göz ardı edilerek, kendini daha aydın sayıp da yoksul ve dindar kesimlere tepeden bakanlara karşı inadına tabulaştırılıyor.

 

                                       *     *     *

                                                                                  

Erdoğan’a kayıtsız şartsız biat edenlerin neden sürekli olarak onu yüceltme kaygısıyla yaşadıklarını anlamak – çok kolay olmasa da – mümkün.

Ya karşı cephede olanları?

Bugün ülkemizde milyonlarca insan Erdoğan’dan nefret ederek kızgın ve mutsuz yaşıyor.

Birçoğunun hayatındaki en önemli mesele, Erdoğan.

Sonuçta, sorsan Erdoğan’ı – muhtemelen kendisiyle kıyaslayarak – küçümsemeye, aşağılamaya, değersizleştirmeye hazır çok sayıda insan, onu şaşırtıcı bir biçimde hayatlarının tam merkezine koyuyor.

Erdoğan’a karşı mücadele etmek gerektiğini düşünüyorlar, ancak bu mücadelenin bir türlü beklenen sonucu vermemesinden dolayı öfkelenip kızıyorlar.

Sonuçta kötümser, mutsuz ve umutsuzlar.

Kimi yurtdışına gitme hayali kuruyor...

Kimi “güneyde bir yerlere yerleşerek politikadan uzaklaşma” planı...

Ama yan gözle “Erdoğan her an koltuğunu kaybedebilir” kıpırtısı taşıyan bakışlar fırlatmaktan da geri kalmıyorlar.

Bazen ne edebiyat, ne film, ne müzik, ne doğa, ne de aşk kalıyor hayatlarında.

Sadece Erdoğan...

Daha doğrusu Erdoğan kini...

Sanki hiç bitmeyecek karanlık bir geceye ölümüne teslim olmuşluk duygusu...

 

                                       *     *     *

 

Oysa hayatın en basit kurallarından biri şu:

Hiçbir nesne ve hiçbir kimse ebedî değildir.

Başı olan her şeyin bir de sonu vardır.

Kendini ölümsüzleştirmeye, Tanrılaştırmaya çalışanlar da bu kuralı bozamazlar.

Sonları nasıl olur, bilinmez; ama mutlaka vardır bir sonları.

Ve o sonun ardından insanların üzerinde yıllardır binlerce tonluk ağırlık gibi duran tüm baskılar inanılması zor bir süratle dağılıverir.

Tıpkı yıllar öncesinde kendini ölümsüz gören bir diktatörün ardından Nâzım’ın yazdığı dizelerde olduğu gibi:

    “Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâğıttandı, iki santimden yedi metreye kadar.

    Taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.

    Parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan gölgesi.

    Taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın.

    Odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâğıttan gözleri önündeydik.

    Yok oldu bir sabah!

    Yok oldu çizmesi meydanlardan,

    Gölgesi ağaçlarımızın üstünden,

    Çorbamızdan bıyığı,

    Odalarımızdan gözleri.

    Ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın, tuncun, alçının ve kâğıdın.