Erdoğan yine ağladı. Ve biz bir kez daha Başbakan'ın gözyaşlarını konuşuyoruz. Üstelik bu sefer daha fazla ağladığı için biz de daha yoğun bir tartışma yapıyoruz.
Herhalde bunda şaşılacak bir şey yok. Ağlama eylemi her insan için oldukça özel bir tepki olarak kabul ediliyor. Ağlayan kişi, korunaksız kaldığı izlenimini yarattığından dolayı, genellikle içten, samimi, hatta çocuksu bulunabiliyor.
Hele tanınmış bir kişi (şarkıcı, aktör, yazar, politikacı vs.) ağlıyorsa, ilgi kitleselleşiyor. Eh, "koskoca Başbakan" ağlayınca, onun gözyaşlarından da koskoca bir gündem doğuyor. Üstelik ağlayan lider, genelde sert konuşmaları ve tavrıyla tanınıyor, hatta kimilerine göre "kabadayı üslubundan esinlenen" bir kişiliği var...
Erdoğan'ın gözyaşlarını "rol yapma" olarak değerlendirip ondan duyulan kuşku üzerine varsayımlar ileri sürmeyi doğru bulmuyorum. Başbakan'ın insani bir zaaf sergilemesi neden imkânsız olsun ki! Ama onun üzüntü ve kayıtsızlık duygularının dağılımında "bizdendir" (ya da "bize yakındır") veya "değildir" ayrımı olduğunu dile getirenlerin görüşleri yabana atılamaz bence. Ancak bu değil yazımızın konusu.
Başbakan'ın gözyaşlarının gerisinde, üzerinde konuşulan nedenlerin dışında herhangi bir başka faktör var mı, yok mu; ben bunu merak ediyorum.
* * *
Herkes mutsuz olabilir. Özellikle de iddialı insanlar. Ve bu arada liderler. Tavır ve konuşmalarıyla neredeyse tanrılaşırken bile, çoğu kez yüzlerinde gizli bir hüzün vardır liderlerin… Bakışlarında bir tatminsizlik gizlidir...
Liderlerin ortak özelliğidir; hep daha fazla isterler, hep yeni ve daha büyük hedefler koyarlar! Çünkü akılla ve - belki de akıldan çok daha fazla - sezgiyle şunu yaşarlar: İktidar bisikletinin pedalını durmadan çevirmek gerekir; durduğun anda düşersin...
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: Erdoğan, Türkiye'nin açık ara en güçlü lideri değil midir? Neredeyse "rakipsiz" denecek kadar etkili bir siyasi önder sayılmaz mı? Elbette, evet.
Erdoğan neredeyse 12 yıldır Türkiye’yi “fethetti”, rakibi yok, muhalefet sanki ona artık “zevk vermiyor”. İç politik mücadelede onun için eski risk ve heyecanlar kalmadı. Ne kapatılma tehlikesi, ne mazlumların isyanı! (Ve - Başbakan'ın tüm çabalarına rağmen - artık mazlum olma şansı da pek yok. Bunun için söz konusu rolü "dışardan ithal etme" ve kendini Mısır’ın Müslüman Kardeşleri gibi gösterme üzerinde çalışılıyor.)
Açıktır ki, Erdoğan'a Türkiye sınırları dar gelmeye başlamıştır. Siyasi iddiası ve ihtirası dünyaya taşmaktadır. Mesela, artık yalnızca içerdeki gazetecilere değil - Gezi’den bu yana - uluslararası gazetecilere de fırça atıyor. O da yetmiyor; dünya liderlerine, güçlü devletlere çatıyor, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne meydan okuyor. Bu arada Suriye ve Mısır'ın başındaki kişilere karşı öyle şiddetli ve nefretli bir üslup kullanıyor ki, sanırsın bizzat yakalasa ikisini de Osmanlı tokatlarıyla fena halde pataklayacak.
Başbakan'ın liderlik istek ve yeteneği, Türkiye'yi aşıp dünyaya yayılma eğiliminde. Burada ilk hedef Ortadoğu. Ama bütün mesele orada bitmiyor. Örneğin, bakın Afrika’daki faaliyetlerimizin artış hızına! Orada bizim kadar çok büyükelçiliği olan kaç ülke bulabilirsiniz! Latin Amerika'yı da ekleyin oraya!
Bence "Arap Baharı"ndan ciddi olarak etkilenen "Erdoğan'ın doğası", daha aktif ve daha fazla adrenalin isteyen bir mücadele, hatta savaş tarzı talep etmektedir.
Bir şeyler olsa da, çıksa ordu birliklerinin karşısına, kanlı çocukları kucaklayıp bombalardan kurtarsa, tankların üzerine sıçrasa, kurşunlar arasında ateşli nutuklar atsa...
Kabul edin ki, bütün bunlar Kılıçdaroğlu ve Bahçeli ile rekabetten çok daha enteresan gelen amaçlar olabilirdi Erdoğan açısından...
* * *
"Dünya çapında lider" olduğundan emin olan Erdoğan'ın etkisi ve saygınlığı, kendisine ve danışmanlarına göre, Ortadoğu’dan Afrika, Asya ve Latin Amerika'ya yayılacaktır. Eh, giderek Batı da yola gelecektir elbet! AB’dir, ABD’dir; hepsi onun önemini anlayıp önünde saygıyla eğilecektir…
Ya da yüreklerden geçen hayal budur...
Hayaller hep mutlu eder. Ama hayallerle gerçekler arasındaki fark büyüdükçe, mutsuzluk da artar.
Dış politikada giderek belirginleşen "yalnızlık", birçok uluslararası otoriteden gelen eleştirilerin yoğunlaşması, dahası, seçimlerde "en az yüzde 50'nin çantada keklik" olarak görüldüğü iç politikada bile tam olarak anlaşılmayan, ancak rahatsız eden gelişmeler (elbette başta Gezi süreci), cumhurbaşkanlığı amacının giderek uzaklaşması...
Hayal kırıklığı, gerginlik, sinir, hırs, üzüntü... Tüm bunlar "bir çıkış noktası bulduğunda" mutsuzluk da ete kemiğe bürünür. Ete, kemiğe ve de gözyaşına...
"Böyle bir zaaf ustalara yakışmaz" demeyin! Bazen mücadele hırsını en çok besleyen şeylerden biri, zaaflardır. Örneğin, dünya futbolunun efsane ismi Ronaldo'ya "ağlayan bebek" lakabının takıldığı biliyor musunuz? İstediği pası alamazsa, amaçladığı gibi vuramazsa, takımının performansını beğenmezse sık sık sinirinden ağladığından dolayı...
Bir şey daha. Ağlamakla ilgili olarak yapılan bilimsel araştırmalara göre, bu eylemde prolaktin hormonu özel bir rol oynuyor. Söz konusu hormon, gençlik döneminde kadınlarda daha fazla ve onlar erkeklere kıyasla daha sık ağlıyorlar. Ancak yaşları ilerledikçe kadınlar daha az ağlayıp daha fazla kızmaya başlıyor. Nedeni, kadın hormonlarının azalması ve erkeklik hormonu olan testosteronun onun yerini alması. Erkeklerde ise tam tersine, testosteron seviyesi düşerken, dişilere özgü hormonlar devreye giriyor. Ve erkekler yaşlandıkça daha çok ağlamaya başlıyor.
Her ne kadar "erkekler ağlamaz" deseler de...