Hakan Aksay

31 Temmuz 2016

Düşmanımız kim? Amacımız ne?

Bir gece yarısı Taksim Meydanı’nda, 'düşman' saflarında 'gizlice' dolaşırken içimden türlü hisler geçti

Taksim Meydanı’ndayım.

Gece yarısının epeyce yaklaştığı bir saatte.

Marşlar, sloganlar yükseliyor.

Alanın kenarından geçen insanların bir kısmı meraklı ve yavaş, bazılarıysa hızlı adımlarla oradan uzaklaşmak ister gibi.

Bu gözlem bana bir şeyi fark ettiriyor: Nedense ben de acelecilerdenim.

Neden?

Korkuyor muyum?

Neden korkayım ki?

Ya gösteri yapan kitleden birileri beni tanır ve mesela, hiç beğenmediği bir yazımın hesabını şuracıkta sormayı denerse?

Yok canım, amma da abartıyorum.

Bu düşünceler aklımdan geçerken iyice yavaşlıyorum.

Göstericilerden biri alandan çıkıp yanımıza yaklaşıyor. İri yarı bir genç. Elinde büyük bir bayrak.

Ben de dâhil oradan geçen herkesi dikkatle süzüyor.

Önümdekiler kafasını kaldırmadan hızlıca adımlarına devam ediyor.

Birkaç saniye sonra arkamdan yürüyenlerden birinin mırıldandığını duyuyorum:

“Bayrağı değil de bayrağın iliştirildiği o koca sopayı gösterir gibi... Her an kavgaya hazır!”

Durup o gence bir daha bakmak istiyorum – acaba gerçekten de öyle mi diye – ama o uzaklarda kayboluyor.

*    *    *

Ani bir kararla dönüp meydana giriyorum, kalabalığın en yoğun olduğu yere yöneliyorum.

Göstericilerin gözlerine bakarak yavaş yavaş ilerliyorum.

Yüzler ve gözler çeşit çeşit.

Bazıları gerçekten de anında kavga moduna geçebilecek kadar gergin ve tetikte görünüyor.

Çoğunluk neşeli. Marşlara ve sloganlara katılanlar az değil.

Eşiyle, çoluğu çocuğuyla gelenler var.

Bunların hepsi de “her an kavgaya hazır” mı?

Sanmıyorum.

Ama bu saatte burada olmalarının çok önemli nedenleri var belli ki.

Reis’i korumak?

Kendi hayatlarına ve geleceklerine sahip çıkmak?

Kaybederlerse ellerindeki kazanımları yitirip “eskiden olduğu gibi”, hatta ondan bin beter ezilip horlanacakları kanısında olmaları?

Bu mu amaçları? Ya da başka mı?

Ben bu insanları ne kadar tanıyorum?

*    *    *

Biz bu insanları ne kadar tanıyoruz?

Oysa bu insanların temsil ettiği kitlelerle ilgili çok net duygularımız var gibi.

Çoğunlukla olumsuz, en azından kuşkucu, hatta dışlayıcı duygular bunlar.

Bazılarımız bu insanları “yok saymak” istiyor. “Gerçek hayatta hiç ortalarda görünmesinler; başka semtlerde, başka sokaklarda, başka evlerde yaşasınlar. Ve asla karşımıza çıkıp bizi rahatsız etmesinler. Bize uymayan yüzlerini ve giysilerini görmek, konuşma tarzlarını duymak istemiyoruz.”

“Sevgi” (!) karşılıklı tabii; öteki tarafın duyguları da aynen buna benziyor.

Nasıl da bölündü memleket!

Nasıl da birbirinden uzaklaştı farklı sosyal, etnik ve siyasi kesimlerden insan grupları!

Nasıl da düşmanlaştı!..

*    *    *

Şurada “Reeceeep Taayyiiiip Erdooğaaan! Reecep Tayyiip Erdooğaan!” diye müzikal bir sloganı bağırırken kendinden geçen adam, bizim eski bakkala ne kadar benziyor.

Eğer o ise ne yapmalıyım: Görmezden mi geleyim, yoksa yanına gidip hatırını mı sorayım?

Çok sohbet etmiştik zamanında, keyifle ve karşılıklı saygıyla.

Şimdi durum değişmiş mi oldu? Barikatın farklı yanlarına mı düştük acaba?

Alandan çıkarken üzerimde bin bir türlü ağırlık olduğunu hissediyorum.

Bu alandakilerin kaçta kaçı “Hainler Mezarlığı” girişimini destekler acaba?

Eminim destekleyen olduğu gibi karşı çıkacak da çoktur.

“Barış süreci”, “Suriye siyaseti” ve farklı konularında yapılan çeşitli araştırmalar, AKP’ye oy veren insanların büyük çoğunluğunun (da) “barış ve huzur içinde bir arada yaşama” amacını paylaştığını ortaya koymadı mı?

Evet, Erdoğan iktidarını güçlendirmek için sürekli gerginliği ve kutuplaşmayı artırdı. Böylece kendi kitlesini de karşıtlarını da düşmanca duyguların etkisi altına soktu.

Bu iktidar ne kadar daha sürer, bilemem. Bir yıl, beş yıl, on yıl... Ama sonunda bir gün değişecek.

Ancak birbirlerinden ölümüne nefret eden on milyonlarca insan kalacak.

Ne yapacağız bu kadar ağır düşmanlık bagajıyla? Bunca ölümüne nefret duygusuyla?

İki “karşı cephe” birbirini “aşılması zorunlu engel” olarak gördükçe, “yok etmek” istedikçe, ya da en azından “yok” saydıkça nereye kadar gidebiliriz?

*    *    *

Şu sıralarda bir yandan darbe girişimini ve onu tezgâhlayanların vahşetini kınarken, bir yandan da iktidarın bunu kullanarak baskıları yoğunlaştırmasına, demokratik hakları sınırlamasına karşı çıkan siyasetçilerin ve gazetecilerin gündemine dikkat ediyor musunuz?

Bu kitleleri ve toplumsal bölünmüşlüğün geleceğini anlama çabası içinde olanlar ne kadar az.

Gündemin büyük bölümünde siyaset, siyasetçiler, en çok da iktidar temsilcilerinin açıklamaları, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan var.

İktidara yönelik en kararlı karşı çıkışlarda cesaret ve meydan okuma ön planda.

Bu ortamda böylesine yürekli olmak – özellikle de kalleşlerle korkakların en aşağılık ve yaratıcı yöntemlerle sindiği veya usta hamlelerle yer değiştirdiği şartlarda – övgüye değer.

Değer de...

Neler olup bittiğinin analizi ve yarına ışık tutacak politikalar, tartışma platformu yaratabilecek fikirler, tarihî kıyaslamalar, geleceğe ilişkin tezler ortaya koyabiliyor muyuz?

En az cesaret kadar akla ve soğukkanlılığa da ihtiyacımız var bugün.

Ve birilerinin dayattığı “düşman” kalıplarından sıyrılmaya.

Yoksa ürettiğimiz “karşı düşmanlık” ile, ne düşmanlığın kaynağını kurutmaya gücümüz yeter, ne de uzun vadeli barış ve uzlaşmanın yolunu açabiliriz.

*    *    *

Ne olup bittiğini, ince ayrıntılara dikkat ederek, eleştiri ve özeleştiri süzgecinden geçirerek anlamaya, anlatmaya çalışan, bu karanlığın içindeki küçük ışık yansımalarına işaret etmeye çalışan yazıları mumla arıyoruz bu günlerde. Murat Belge, Ömer Laçiner, Aydın Engin, Nuray Mert gibi yazarların son günlerdeki bazı yazıları bu açıdan düşündürücü ve yararlıydı (dikkatimden kaçmış başka yazılar da olabilir).

Siyasi güçlerin çoğunluğunun ve bu arada parlamentodaki tüm partilerinin hep birlikte darbeye karşı çıkmış olması (bu arada muhalefete yönelik “darbe destekçisi” suçlamasının fiilen eriyip gitmesi) önemli gelişmeydi. Cumhurbaşkanı’nın Beştepe’de üç parti lideriyle düzenlediği görüşme de (her ne kadar HDP’nin bu süreçten dışlanması ciddi bir hata da olsa) öyle. Başbakan Yıldırım’ın, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun bazı açıklamalarının, “karşı tarafa da açık” olan CHP mitinglerinin, Cumhurbaşkanı’nın yumuşama atmosferinin daha da ileri bir aşamaya getirilmesi için” kendine yönelik hakaretten dolayı açılan tüm davaları (100’ü aşkın dava arasında Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve HDP liderleri Demirtaş ve Yüksekdağ'a karşı açılanlar da vardı) bir kereye mahsus olmak üzere geri çekmiş olmasının yapıcı vurgusunun altını çizmekte de yarar var.

Peki, böyle oldu da her şey değişti mi? Karanlık tablolar aydınlandı, iktidar eski hatalarıyla asıl hedeflerinden vazgeçti mi?

İçerde ve dışarda devasa sorunlar arasına sıkışıp kalan bir ülkede, iç savaş kıvılcımlarının arasında, on binlerce insanın çok kısa sürede işinden uzaklaştırıldığı ve gözaltına alındığı, basın özgürlüğünün daha da sınırlandığı bir ortamda, böyle iddiaları savunacak tozpembe bir iyimserlik içinde değilim. Hatta kötümserliğe daha yakınım.

Ne var ki kötümserlikle, keskin söylem ve sloganlarla, mücadelede sadece iktidarı ve liderleri görüp on milyonlarca insanı önemsememekle bir yere varılamayacağını hissediyorum.

Bir gece yarısı Taksim Meydanı’nda, “düşman” saflarında “gizlice” dolaşırken bunlar geçti içimden.