T24’ün dışında yazı yazdığım yayınlardan biri de BirGün gazetesiydi. Bugün bir veda yazısıyla oradan ayrıldım. İzninizle o yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum. H.A.
Yazı yazmak
Yazı apayrı bir hayattır. Her aşamasında kıpır kıpır canlı ve değişken bir hayat.
Yazıya oturduğunda ne yazacağını bildiğini sanırsın, kalemi kağıda değdirdikten sonra, o alır başını gider aslında; sen de neredeyse şaşırarak bakarsın ortaya dökülen kelimelere ve cümlelere…
Yazı kağıtta başka, bilgisayar ekranında başkadır. Bir internet sitesinde daha farklı durur. Bir gazete kağıdında ise bambaşkadır.
Ben uzun yıllar önce o gazete kağıdının kokusuna, o kağıdın üzerindeki kara harflerden ellere bulaşan mürekkebe aşık oldum. Bütün aşklarım içinde en uzun ömürlüsü o oldu.
Çeyrek yüzyılı aşkın meslek hayatımın neredeyse tümü, o aşkımı özleyerek ve onun hayalini gözlerimde canlandırmaya çalışarak geçti.
Yurtdışındayken “kırk yılda bir” elime gazete ulaşırdı. Türkiye’de basılan, bana gelene kadar kokusunun büyük bölümünü kaybeden gazeteler... Hele içinde benim yazılarım olanlar…
Getirenlerin ellerine veya postadan çıkan paketlere saldırmak gelirdi içimden her seferinde. Bir an önce gazete kağıdıyla ve oradaki yazımla buluşmak için acele ederdim.
Ve o kavuşma anı unutulmaz olurdu. Bir zamanlar benden doğmuş olan kelimelerle cümleler, bağımsız ve yabancı birer kişilik gibi kayıtsız gözlerle bakarlardı bana o kağıdın üzerinden. Onları çok sever, ama bağımsızlıklarına duyduğum saygıdan dolayı içimden geldiği gibi boyunlarına sımsıkı sarılamazdım.
BirGün deneyimim
Gazete kağıtlarıyla kurduğum yakınlığı, çalıştığım gazetelerin yöneticileriyle kuramadım. Bazen kovuldum. Bazen “tatsız” ayrıldım. “Uygarca ayrıldığım” kanısına kapıldığım da oldu gerçi.
Türkiye’ye dönmeden önce bir süre medyadan uzak durmam gerektiğine karar verdim. Kendime yeni bir hayat kurarken, sık sık bu kararımın acısını, bazen de pişmanlığını hissettim.
Gazete kağıdındaki yazılarımdan kalma özlemi burnumda tüttüren dostça bir söyleşi sırasında, bir arkadaşımdan beklenmedik bir cümle duydum: “BirGün’de yazsana!”
Birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra bunun olacağına aklımın pek yatmadığını, her şeyden önce benim BirGün Gazetesi açısından çok uygun biri yazar olmayabileceğimi mırıldandım. Arkadaşım, BirGün’de çeşitli görüşlerden yazarlar olduğunu örneklerle açıkladı.
Onu dinlerken dikkatim dağıldı; eski aşkımın hayali geldi gözlerimin önüne. Gazete kağıdının kokusunu, o kağıdın üzerindeki kara harflerden bulaşan mürekkebi hatırladım.
Arkadaşım Nâzım Alpman beni anladı, sustu. Onun sürgüsüne uzandığı kapı, bir süre sonra bir başka arkadaşımdan, Doğan Tılıç’tan gelen haberle aralandı. Ardından “BirGün Plaza”da İbrahim
Aydın’la el sıkıştık.
Geçen bir yılda BirGün, bana gazete kağıdıyla buluşmanın mutluluğunu ve dilediğim konuda istediğim gibi yazmanın keyfini verdi. Karşılığında benim e-postamdan gazeteye gönderilen yazılar (herhalde 250 kadar yazı) umarım biraz da olsa işe yaramıştır.
Büyük bir kibarlık ve iş disipliniyle her bir yazıyı aldığını bildirip teşekkür eden İlker Yaşar’la ve Semin Sezerer’le, ayrıca başta Ramazan Var olmak üzere sabırla yazı ve görsellerimin kahrını çeken sayfa yapımcılarıyla çalışmak gerçekten zevkti.
Şimdi birbiri peşi sıra başlamakta olan birkaç yeni iş projesinin, büyük bir açlıkla benden yalnızca zamanın değil, enerji ve heyecanın da çok daha fazlasını istediği şartlarda, BirGün’e ve okurlara buradan veda etme zamanının geldiğini hissediyorum.
Koskoca bir köşe
Acaba, Türk basınındaki en geniş hacimli köşelerden biri oldu. İç politika, Rusya başta olmak üzere dış politika ve çeşitli ahlaki-insani konularda yazılar, denemeler ve öykülerle binlerce okurla buluştuk bu koca köşede.
Bazı okurlarla çok özel yazı dostlukları kurduğumuzdan eminim. Onlarla hiç tanışmasak da.
Geçmiş yıllarda başka gazetelerde tanışmış olduğumuz kimileriyle dostluk tazeledik.
Sağ olsun bazı okurlar, hep dikkatle izleme ve mesafeli kalma hakkını kullandı.
Eleştirenler, kızanlar, hatta sıkı küfürlerle dolu iletiler yollayanlar, beni bu gazeteye uygun görmeyenler de vardı elbette. (Hiç sormadım, ama gazete yönetiminin nezaketle bana yansıtmaktan kaçındığı bazı şikayetlerin konusu olduğumu da tahmin edebiliyorum.)
Hoşnutsuzluğun nedenleri genellikle siyasi ve ideolojikti. “Stalin’e dil uzatmak”, “sosyalizmi karalamak”, “Ekim Devrimi düşmanı Beyaz Ruslar’ı savunmak” gibi gerekçeleri vardı. Bazı internet sitelerinde, yazılarımın ve kişisel sitemdeki özgeçmişin açık üslubundan yararlanarak hayatımın, “gizli misyonum”un (!), yazdıklarımın “kodları çözme meraklıları” ortaya çıktı. (Daha zekice komplo teorileri ortaya koyabilselerdi burada mutlaka örnek vermek isterdim.)
BirGün’deki ilk köşemde, “Mesleki beceriyi hiçbir siyasi, ideolojik ve dinî tercihe tutsak etmeyerek... İktidarın her türüyle araya vicdani mesafeyi koyarak... Ama kimseyle diyalogdan korkmadan... Ga-ze-te-ci-lik yapmak...” istediğimi yazmıştım. Ve buna uygun davranmaya çalıştım.
Ben bugün yazık ki ayaklar altında paspasa dönüşen bu mesleği seviyorum; ona ve gerçeğe, her türlü siyasi tercihten daha fazla bağlıyım. “Sağ”, “sol” kavramlarının, her türlü particiliğin ve “–izm”in dışında ve üzerinde, mesleki yetenek ve vicdani değerler ile iyi gazetecilik yapılabileceğine inanıyorum.
BirGün’e başarılar
Özellikle de iktidarın medyayı “yandaşlaştırma” ve/veya etkisizleştirme girişimlerinin yoğunlaştığı ve daha da yoğunlaşacağı bir dönemde, çarenin daha keskin üslup kullanmak değil, “çok daha iyi gazetecilik yapmak” olduğunu düşünüyorum.
Hiçbir üretimin ve hizmetin kalitesi, siyasi tercihlerin arkasına gizlenerek geçiştirilecek kadar kolay bir mesele değildir. Sanırım en başta, yaptığımız işi çok iyi yapmakla yükümlüyüz.
Daha fazla ve daha cesur özel haberler; hayatın uzanamadığımız alanlarını ve yeterince ilgi gösteremediğimiz kitleleri kavrayan dinamik habercilik; daha derin, özenli ve analitik yazılar; yazar ve okur yelpazesinin bugünkünden çok daha geniş ve renkli bir yelpazeye dönüşmesi; daha estetik ve etkili bir görsellik; daha dikkatli ve mümkün olduğunca yanlışsız bir Türkçe; daha yaygın bir dağıtım; daha büyük bir tiraj…
BirGün gazetesinin ve Türkiye’nin bunları hak ettiğini düşünüyorum.
Son derece büyük bir özveriyle gazeteyi çıkaranlarla, yine benzer bir özveriyi göstererek gazeteyi yaşatmaya çalışan okurlara içtenlikle saygı duyuyorum. Ama özveri duygusunu temel ölçüt edinmenin yeterince sonuç alıcı olmadığını vurgulamama izin verin.
Birileri her seçim döneminde gücünü arttırır ve “yüzde 50’lerde” gezinirken, “küçük, ama bizim olsun” anlayışı, muhalif örgütler için de, medya açısından da çoktan gözden geçirilmesi gereken bir yaklaşım değil mi?
Yine (yazılarımda da bazen yaptığım gibi) “haddimi aştığımı” hissediyorum. Bunları, ayrılırken biriken tepkiyi dışarı atmak olarak falan görmeyin lütfen; önemsemediğim ve bende hiçbir empati yaratmayan bir gazete olsaydı “haydi eyvallah!” der giderdim. Ama veda ederken hassas konulara girmek pahasına, birkaç düşünce ve dileğimi iletmek istedim.
Şimdi ve bir yıldır bir (veya birçok) kusur ettimse, becerebilenler affetsin.
Bana iletecek sözü, sorusu, önerisi, eleştirisi, hatta sövgüsü olanlar için bu adres (acaba@hakanaksay.com ) de, internet ortamındaki birçok olanak da her zaman açık olacaktır.
Sizin de yolunuz açık olsun!..