Yürüyüş fotoğraflarının içinde en etkili olanlar, bence Kemal Kılıçdaroğlu’nun tek başına olduğu kareler.
Biraz çelimsiz bir adam...
Pek genç sayılmaz: 68 yaşında...
Öyle uzun boylu, iri, “kaslı” falan da değil...
“Erdoğan-Putin stili” dövüşe hazır bir yürüyüş tarzı da yok; iddiasız ve kendi halinde ilerliyor gibi...
Ceket-kravatla kazandığı “resmî ağırlığı” da üzerinden atmış...
Ayağında spor ayakkabı...
Yürüyor...
Yüzüne de öyle acımasız, kararlı, inatçı falan maskelerden birini takmamış...
Her zamanki haliyle...
Siyasi polemik yaparken veya torununu severkenki yüz ifadesi de çok farklı değil...
* * *
Kemal Bey belki de 7-8 yıl önce emekliliğe hazırlanıyordu ve emeklilik ona çok yakışabilirdi.
Ama hayat... Ya da her neyse işte... Bir şeyler, onu kendisine pek uygun görünmeyen ön sıraya itiverdi.
O da, o yaşa kadar biriktirdiği bilgi, inanç ve alışkanlıklarıyla kendine özgü bir lider oldu.
Onun CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturduğu 22 Mayıs 2010 tarihinden sonra Türkiye’de çok ciddi değişiklikler yaşandı; anayasal düzen ve siyasi sistem bambaşka bir hale geldi; birçok siyasi sarsıntı gerçekleşti.
O pek değişmedi. Hep dengeli, sakin, ahlaklı, devletine ve milletine bağlı, aşırılıklara ve şiddete karşı olmaya devam etti.
Karşısında Erdoğan gibi “ağır sıklet” ve deneyimli bir rakip vardı. Üstelik bu rakip istediği amaçlara ulaşmaya çalışırken ne kural dinliyordu, ne de kavgada yumruk sayıyordu.
Kemal Bey Erdoğan’dan korktu. Korkusunu belli etmekten de korktu. Ama ilk korkusu, özellikle “bize dinsiz solcu derler” ve “bize PKK ve şiddet yandaşı derler” kompleksleri, sık sık onun elini kolunu bağladı.
Partisini güçlendirmek için durmadan “sağdan destekler” araması da, Kürtlerle yan yana görünmekten çekindiği için parlamenter dokunulmazlığını trajikomik bir açıklamayla (“Anayasa’ya aykırı olduğunu biliyoruz ama destekliyoruz”) teslim etmesi de hep bu komplekslerindendi.
Başka türlü olamazdı Kemal Bey. Çünkü o böyleydi işte...
İnsanların karakteri genellikle onların kaderidir.
Eğer lider iseler, bu kader, siyasi haraketleri ve hatta ülkeleri bağlar...
* * *
15 ay kadar önce bir toplantıda Kemal Bey’le tanışmıştım. Onun ne kadar efendi, uygar, anlayışlı bir insan olduğunu yakından görmüştüm. Ve o günkü sohbetlerde yukarıda sözünü ettiğim korkularını, komplekslerini hissetmiştim.
O gün ben ve başkaları Kemal Bey’e muhalefet olmak için “zorunlu olduğunda sokağa çıkabilmek gerektiğini” söylemeye çalıştık.
Kemal Bey çok netti. Bu konuda konuşurken kararlılığı, nezaketinin ve hoşgörüsünün önüne geçiyordu.
Galiba ona göre “sokağa çıkmak” bir tür şiddetti.
Aslında kavramın geniş ve siyasi anlamıyla çok da yanlış sayılmazdı belki. Ama elbette bizim sözünü ettiğimiz “şiddet içermeyen sokak eylemleri” idi.
Dinlemedi.
Daha önce olduğu gibi, daha sonra da dinlemedi.
Milletvekilleri teker teker toplanıp içeri atılmaya başladı.
Kemal Bey sustu. Ya da oldukça ölçülü açıklamalar yaptı.
* * *
Bir gün aylardır, hatta yıllardır beklenen şey, net olarak ortaya çıkıverdi:
Sıra CHP’ye gelmişti.
Ve Kemal Bey artık kendisinden neredeyse pek beklenmeyen bir cümle, hatta kelime kullanıverdi:
“Yürüyeceğim.”
Hem de birinci tekil şahıstan. “Biz yürüyeceğiz” de değil, “ben yürüyeceğim”, diyerek.
“Sokağa çıkma” kararı aldı Kemal Bey.
O aşamaya geldi.
O gün kullandığı sözlerle söyleyecek olursak, “bıçak kemiğe dayandı”.
Ve kendi anlayışına göre “şiddet tehlikesi” içeren hassas bir demokratik hakkını kullanmaya karar verdi.
Yürümeye başladı.
* * *
Seçimler, referandumlar, siyasi mücadelelerin başka aşamaları falan derken, iktidarın her istediğini öyle veya böyle yaptı(rdı)ğı bir ortama bomba gibi düştü bu haber:
Kemal Bey CHP’yi yürütmeye başlamıştı.
Yürüyüş uzundu.
Kalabalıktı.
Daha da kalabalıklaşabilirdi.
Kemal Bey’in son dönemde görüştüğü muhalif partilerin yöneticileri ve üyeleri de yürüyüşe katılabilirdi.
Hatta AKP’ye yakın bazı kesimlerden de “ilgi” görebilirdi bu yürüyüş.
Muhalif cephede bir umut ışığı parladı.
İktidar olayın ciddileşebileceğini hissederek dikkatle izlemeye koyuldu.
Ama uzun yürüyüşün şu ya da bu aşamada cılızlaşabileceğini, bozulabileceğini, dağılabileceğini, hiç olmazsa daha ileri bir etapta malum “FETÖ” ve “PKK terörü” silahıyla Kemal Bey’in tekrar korkutulabileceğini, yürüyüşün İstanbul’dan Edirne’ye kolay kolay uzatılmayacağını bildiği için panik de yapmadı.
Şimdilik bekliyor.
Kemal Bey ise yürüyor.
* * *
“Geç kaldı”, “biz demiştik”, “maç çoktan bitti” falan diyen bilgiçleri ve mızmızları bir kenara bırakalım.
“Yürümek yasadışıdır, hukuksuzluktur” türü korkutma ve panik kırıntıları da şöyle dursun.
Yürüyüş sürüyor.
Yürüyüş sırasında atılan binlerce adım, Türkiye’de artık neredeyse unuttuğumuz bir demokrasi hareketi olarak umut doğuruyor.
Umut bazen kökü çok derinlerde bir ağaçtır.
Düş kırıklıkları, gerçekçilik, dumura uğrayan ruh hali vs. nedeniyle insanların çoğu bütün umudunu dışarı vurmaz.
Güvenmez çünkü yarınlara.
Kemal Bey’e de sonuna kadar güvenmez.
Ama insanların içinde, umut buzdağının görünmeyen kısımları çok daha büyüktür. Orası kıpır kıpırdır.
* * *
Yarın ne olur?
“Bir gün bir adam yürümeye başladı ve hayatımız değişti” diyebilir miyiz?
Bilmem.
Kolay değil.
Ama...
Şimdilik...
O adam yürüyor...
Ve başkaları da...
Ve umut da...
Aynı o adam gibi...
Öyle güçlü, iri, “kaslı” falan değil...
“Resmî ağırlığı” da yok...
Ayağında spor ayakkabı...
Biraz çelimsiz...
Yürüyor...