Hakan Aksay

13 Ocak 2013

Berfo Ana ve Devlet Baba

Bir insan ne kadar ağlayabilir, usta? Bir çift gözden ne kadar gözyaşı dökülebilir?

Bir insan ne kadar ağlayabilir, usta? Bir çift gözden ne kadar gözyaşı dökülebilir?

*      *      *

Onun ilk kez ne zaman ağladığını tarih bile unuttu neredeyse. Ta 1908’de döktü ilk gözyaşlarını. Çünkü hayatın kuralıydı bu; doğarken ağlanması şarta bağlanmıştı.

Ama ebesinden başka kimse duymadı onun ilk çığlığını. Zaten acı dolu karışık bir yıldı. İttihat ve Terakkiciler’in baskılarına dayanamayan II. Abdülhamit İkinci Meşrutiyet’i ilan ederken, Balkanlar isyanlarla sarsılırken, Avrupa’da yanardağlar patlarken ve Sibirya’ya göktaşları yağarken kimin umurundaydı kara kuru bir kızın doğması. Ve elbette hiç kimse, bu bebeğin öyküsünün kendilerini gömüp 105 yıl sonrasına, 2013’e kadar uzanacağını bilmiyordu.

O zaman Ruslar’ın egemenliği altındaki Kars'a bağlı olan Göle ilçesinin (sonradan Ardahan’a bağlandı) Muzarat köyünde (şimdiki adı Çakırüzüm) dünyaya gelen Berfo adındaki çocuk büyürken Birinci Dünya Savaşı çıktı. Çatışmalar sokaklarına ve evlerine kadar yayıldı. Bölge Ruslar’dan geri alındığında kız 12 yaşındaydı.

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, Cumhuriyet kuruldu. Bu toz duman altında okula gidemedi Berfo. Sonra evlendi. Taşları her yana dağılarak yıkılan köylerin, kentlerin ve devasa bir tarihin altında kalıp ezilmeden var olmaya, yaşamaya ve yaşatmaya çalıştı. Ancak askerî ve siyasi şiddet tiyatrosu ara vermiyor, büyük bir iştahla tekrar tekrar perde açıyordu.

Kürt isyanları, İstiklâl Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn Kanunu, Dersim Katliamı, İkinci Dünya Savaşı, darbe, yeniden darbe, bir kez daha darbe…

Onunki hayat değil harp meydanı, yürek değil yangın yeriydi sanki… Çok zorluk çekti, çok yakınını kaybetti, çok gözyaşı döktü. Ama dayandı Berfo Ana; sabretti, direndi; yakınlarını korumak için mücadele etti.

Yeter ki canından çok sevdiği evlatlarına bir şey olmasındı; sağlıklı, mutlu ve hür yaşasınlardı çocukları. Yaşar, Mikail, Fatma, Yıldız, Filiz… Bir de Cemil

Cemil!..

Adının manası bile “güzel”, “iyi”; hem Allah'ın sıfatlarından biri. 48’inde doğurdu onu. Yıllardan 1956’ydı yani. Akıllı mı akıllı bir çocuktu Cemil. Büyüdü, koskoca, yiğit bir delikanlı olarak yetişti, arkadaşlarına örnek bir kişi oldu.

Son darbenin tankları ve topları ülkenin ufkunu kararttığında Cemil 24 yaşındaydı. Yıllardan 1980, aylardan Eylül, günlerden 12’siydi. Ertesi gün evleri basılınca gözleri yaşla doldu Berfo Ana’nın.

Sonradan defalarca telaffuz etmişti o hançer darbesine benzeyen cümleyi: “Son defa ‘Cemil’ dedim, o da ‘Anne’ dedi; bir daha göremedim yavrumun yüzünü…”

*      *      *

Bir insan ne kadar ağlayabilir, usta? Bir çift gözden ne kadar gözyaşı dökülebilir?

*      *      *

Berfo Ana bir daha göremedi küçük oğlunu. 13 Eylül'de Göle'deki evinden alınan Eğitim Enstitüsü öğrencisi Cemil, önce 247. Piyade Alayı'na, sonra da Kars Askeri Gözetimevi'ne gönderildi. 8 Ekim'de ise “kayboluverdi”. “Vardı, yok oldu.” “Belki kaçtı, belki buharlaştı.” Sonuçta bir daha ondan haber alınamadı.

Ağabeyi Mikail, 7 Ekimde Cemil'in ziyaretine gitmişti. Kardeşini görememiş, ona elbise ve para iletmiş, bir süre sonra kendisine verilen “Abi, elbiseleri aldım, parayı aldım. İyiyim.” yazılı pusulayla dönmüştü. Ertesi gün Cemil’in “firar ettiği” yalanı alçakça seslendirilirken, 24 yaşında bir beden tümüyle sessizliğe mahkûm olmuştu. Cesedi nereye atılmış, nasıl gizlenmişti, kim bilir…

Onu evinden çekip alırken altı kalın ve soğuk çizgilerle çizilmiş resmî haklarını kullanan devlet, kurbanıyla ilgili soruları cevapsız bırakırken, meseleyi araştırmayı reddederken, olayı örtbas etmeye çalışırken, kimseyi yargı önüne çıkartmaz ve cezalandırmazken, oğlunun mezarını bulmak isteyen bağrı yanık bir anaya kulaklarını tıkarken sanki hiçbir resmî yükümlülüğü yokmuş gibi davranıyordu.

Sadece sorumluluk değil, vicdan da yabancıydı bu devlete! Vergi alırken, ceza keserken, askere alırken, savaşa sürerken, yasalarla hizaya getirirken “kendine bağlı” saydığı insanları, şaşılacak kadar kolay “feda edebiliyor”, hatta “kaybedebiliyordu”. Zaten epeyce yüklüydü devletin elindeki bu koca vatandaş sepeti; birkaçı, hatta birkaç yüzü oradan düştüğünde, yitip gittiğinde “hiç zarar etmiyordu”…

Bir yıl, beş yıl, on yıl değil… Otuz yılı aşkın bir zaman geçti böyle…

Berfo Ana bekledi. Bekledi ve umut etti. 31 yıl boyunca oğlu Cemil gelir de dışarıda kalır diye kapısını kilitlemedi. Belki tanıyamaz diye evini boyatmadı.

Cemil, aynı yıl birkaç ay önce tutuklanıp da Erzurum Karskapı Askeri Cezaevi’ne konduğunda babası, 31 Nisan 1980’de çektirdiği fotoğrafının arkasına “Baktıkça beni hatırlarsın” diye yazarak oğluna göndermişti. Ama yanılmıştı; hatırlama görevi oğluna değil, kendisine düşecekti.

11 yıl hatırladı, unutmadı, oğlunu aradı yaşlı adam.

Berfo Ana’nın ikinci eşi, Cemil’in babası İsmail Kırbayır’ın ömrü oğlunu bulmaya yetmedi. 1991’de 74 yaşında öldü.

Giderek çoğalıyordu ölümler. Ve gözyaşı gölü giderek büyüyordu.

*      *      *

Bir insan ne kadar ağlayabilir, usta? Bir çift gözden ne kadar gözyaşı dökülebilir?

*      *      *

Ölüsünü bulamadığı için dirisine kavuşma umudunu yitirmeyen Berfo Kırbayır’ın 30 yılı aşkın bekleyişi, pıhtılaşmış kan renginde karanlık bir finale doğru yaklaşıyordu.

Cemil’in gözaltında öldürüldüğü, binanın üçüncü katından atıldığı sadece söylenti değildi artık. O dönem Cemil’in yakın arkadaşı olan Fevzi Çelik, uzun yıllar sonra bildiklerini anlattı. İşkencecilerin adları telaffuz edildi.

Korkunç suskunluk, son yıllarda TBMM İnsan Hakları Komisyonu’ndan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar bir dizi yerde bozuldu. 1995’ten itibaren adım adım bir efsaneye dönüşen Cumartesi Anneleri arasında sembolik bir isim olan Berfo Ana, iki yıl önce Başbakan tarafından “kabul edildi”.

Sonunda ona oğlunun öldüğü “resmen” açıklandı. Ama ceset bulunmadı. Mezar gösterilmedi. Belki de yoktu mezar falan. E, koca devlet ölü çocuklardan kalan kemikleri aramakla uğraşamazdı herhalde. Anlaşılır bir ifadeyle suçunu da kabul edemezdi. Zaten devlet özür dilemezdi ki bu topraklarda. Kapanmıştı işte olay. Bitmişti. Cemil Kırbayır “kaybolmuştu”, “vardı, yok olmuştu”, “ölmüş, belki buharlaşmıştı.” STOP!..

12 Eylül davasının ikinci duruşmasında salon, Kenan Evren’i arayan Berfo Ana’nın yüzyıllık sesinin yankısıyla sarsılıyordu: “Hiç mi utanmadın benim çocuğumu öldürürken? Senin de ocağın sönsün!"

Ardından asla yaşlanmayacak olan küçük oğlunun artık hep annesiyle birlikte algılanan fotoğrafını taşıyarak orayı terk ediyordu.

Evet, bir gencin ölümü toplum için korkunç bir yaradır. Ama ölen gencin geride kalan anası çok daha fazla can acıtır; hem ölen genç, hem de yaşamı bir ceza haline gelen yaşlı anne ile durmadan kanatarak.

Şimdi 105 yaşındaki Berfo Ana mide kanseri. Son aylarda iyice yorgun. Yatalak.

Boğuk bir yürek yarasına dönüşmüş çığlığı ile “Oğlumun mezarı bulunmadan, kemikleri verilmeden beni mezara koymayın” diye vasiyet ediyor. Ve akrabalarından söz alıyor. Oğlunun kemikleri bulunmadan ölürse, mezara konmayacak Berfo Ana.

Yatağında sessizce ağlıyor hâlâ. Belki de artık ağlarken gözyaşı dökmüyor. Kurumuştur belki de 105 yıldır salgılayan gözyaşı bezleri.

Siz inanmayın “bir insan hayatı boyunca 80 litre kadar gözyaşı dökebilir” diyen bilim adamlarına. Onlar Berfo Ana’yı bilmezler ki! Onun kadar uzun süre gözyaşı döken hiç kimseyi tanımadılar ki!

*      *      *

Bir insan ne kadar ağlayabilir, usta? Bir çift gözden ne kadar gözyaşı dökülebilir?

Ne kadar?

Ne kadar?

Ne kadar?

 

ÖNEMLİ BİR SON NOT:

Yazı bitiyor. Onu tekrar tekrar gözden geçirirken T24’ün “gece baskısı”na yetiştiremeyeceğimi anlıyorum. Günlerdir hatmettiğim internetin Berfo Ana dağarcığının yetersiz kaldığı birkaç noktayı sorabilmek için güçlükle ve arkadaşlarımın yardımıyla Mikail Kırbayır’a ulaşıyorum.

Bir soruma biraz şaşarak ve gülerek “Nelere de dikkat etmişsin!” deyip cevap verdikten sonra, anlaşılan o da beni şaşırtmaya karar veriyor. Ve annesinin sağlığına ilişkin son sorumu boşlukta bırakarak telefonu birine uzatıyor. Uzaklaşan sesinden “Anne, bak, telefondaki Cemil’in arkadaşı” cümlesini yakalayıp sarsılıyorum.

Bazen yazılarda kimi cümleler beni yere serecek kadar sersemletir; kendimi toparlayıp devam etmem zaman alır. Ama şimdi heyecandan tümüyle darmadağın olmuş durumdayım. Bir taraftan Berfo Ana’nın sevgi dolu sesinin birbirine karışan notalarından kelimeleri seçmeye gayret ediyor, diğer taraftan da ona güzel bir şeyler söylemeye çabalıyorum. Bir ara açık seçik “Burada mısın?” diyor. “Buradayım, Berfo Ana, buradayım. Sen de hep burada olacaksın.”

Mikail telefonu aldığında kendisine teşekkür ederek Berfo Ana’nın sesini duymaktan, onun iyileşeceğinin işaretini hissetmekten mutlu olduğumu dile getiriyorum. “Kim bilir, diyor Mikail, belki haklısın; belki de onun sesini en son duyan insanlardan biri sen olacaksın!” İtiraz etmekle kederlenmek arasında dalgalanıyor yüreğim.

Bitmişti oysa yazı… Ama bitmiyor işte! Bitmiyor!..

Bir insan ne kadar ağlayabilir, ey okur? Bir çift gözden ne kadar gözyaşı dökülebilir? Benim yazacak gücüm tükendi, artık bu soruya sen cevap ver!