Hakan Aksay

16 Eylül 2011

‘Benim kentim’ Leningrad…

Acaba insan, sevdiklerine “benim” derken, onlara sahip çıktığını mı söylemeye...


Acaba insan, sevdiklerine “benim” derken, onlara sahip çıktığını mı söylemeye çalışır, yoksa ait olduğunu mu dile getirir? 
Örneğin, “karım”, “kızım”, “arkadaşım” derken...
Ya “memleketim” derken?..
Acaba insan, “benim kentim” derken, o kentle ilgili hak mı iddia eder, yoksa ona teslim olmuşluğunu mu vurgular?..
*      *      *

“Benim kentim”
diyebileceğim birkaç kent var.


Ama Türkler’in taparcasına sevdiği soru “Nerelisin?”, beni hep sıkıntıya sokar. Nüfus kütüğünden mi bahsetsem, doğduğum memleketten mi, kendimi bulduğum kentten mi, en uzun süre - 20 yıl - yaşadığım yerden mi?
Ne o, ne o, ne o, ne o...

“Nerelisin”
diye bana kentimi sorduklarında, gençlik yıllarımın geçtiği Leningrad’ı söylemek gelir içimden. Alacağım tepkilerin beni yormasından korkarım, söyleyemem…
*      *      *
Denizinden çok Neva Nehri’ni sevdim ben bu kentin. Nehirden Moskova Tren Garı’na uzanan, Dostoyevski’yi, Çernişevski’yi ve Lenin’i kucaklayarak tarih ve edebiyata yayılan Nevski Caddesi’ne tutuldum. 

Yüzü aşkın kanalla kenti kuşatan güzelliğe, Yaz Bahçesi’ne, dünyada benzeri olmayan Hermitaj Müzesi’ne, 1917 Bolşevik Devrimi’nin mekânı Saray Meydanı’na, Pavlovsk ve Puşkin gibi yeryüzü cenneti kasabalarına, kentin Alman faşistlerine 900 günlük direnişinin sembollerine vuruldum. 
*      *      *
900 günlük direniş deyince. Geçtiğimiz günlerde Leningrad’ın İkinci Dünya Savaşı’ndaki tarihî direnişinin başlamasının 70. yıldönümüydü.
Yıllardan 1941’di. Hitler Almanyası tüm gücüyle Leningrad’ın üzerine abanmıştı. Sovyetler’in ikinci kentini düşürmek sadece askerî değil, aynı zamanda siyasi ve moral açıdan da devasa bir zafer olacaktı.
Şehir kuşatıldı, kapkara bir çember içine alındı. Ve bu kuşatma, neredeyse 900 gün sürdü. 
Sadece savaş değil, kara kışlar da girdi araya ve en önemlisi açlık da.
Bugün hâlâ Petersburg müzelerinde o dönemde halka günlük gıda olarak verilen bir küçük dilim ekmeği, açlığı, sokaklarda savaştan çok açlıktan ölenleri gösteren pek çok kanıt sergilenir. 
Leningrad düşseydi, Baltık Limanı ve çevresi düşerdi. Belki Stalingrad zaferi de olmazdı. Savaş başka türlü bitebilir, dünya faşizme teslim olabilirdi.
Bütün bunların olmaması ve Leningrad’ın onuruyla direnmesi için yüz binlerce insanın ölmesi gerekti. Bazı kaynaklara göre 600 bin, bazılarına göre 1 milyon 200 bin kişi öldü bu kuşatma ve direniş sırasında.
Başardılar. Zafer, ölen ve kalan Leningradlıların oldu. 
*      *      *
Leningrad “kahraman kent” unvanına sahiptir. Kahramanlık saygıyı ve hayranlığı hak eder. Ama sevgi deyince, aşk deyince iş başkadır…
Türkler’in nedense “Deli Petro” dedikleri Büyük Pyotr’un, 1703 yılında bataklıklar üzerinde kurduğu, Lenin’in ölümünden SSCB’nin ölümüne kadar (1924-1991) adı Leningrad olan, sonradan ilk adı olan Petersburg’a dönen kenti böylesine sevmemin nedeni, belki de üniversite yıllarımın bir daha geri dönmeyecek heyecanlarından, beyaz gecelerde yaşanan aşklardandır, kim bilir…
Zaten yaşanmış kentlerin ve duyguların birbirinden ayrılmasına gerek var mı? Onların kısa özeti şu tek kelimeyle yapılabildikten sonra: Hayat!