Hakan Aksay

01 Ekim 2011

Başkasının derdinde keyif yakalamak

Herkes hemen elindeki işi bırakıp heyecanla çığırtkanın...


- Koşun, koşun! Kavga çıktı!

Herkes hemen elindeki işi bırakıp heyecanla çığırtkanın yanına koşar. Olay yerine varıldığında duygular doruk noktaya ulaşır. İki insanın kıyasıya birbirini dövmesi büyük bir ilgiyle izlenir. 


“Yapmayın, etmeyin!”
diyen bir-iki kişi dışında, ötekiler kendilerini bedava boks maçı izliyormuş gibi hisseder. Gözler hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için iyice açılır. Gecikenler, önce gelenlere “N’olmuş?” diye sorar. Bir şey bilenler, bir otorite havasına girip bire bin katarak anlatırlar; bu arada kesinlikle kendi yorumlarını eklemeyi unutmazlar. Kimin haklı olduğu ve kimin daha “profesyonelce” dövüştüğü üzerine – bahse girilmese de – mutlaka hararetli tartışmalar yapılır.
Kan revan içindeki dövüşçüler iyice halsizleşince, kavgayı ayırma rolündekiler aktifleşme kararı alırlar. Araya girip savaşı durdururlar. Küfürler ve tehditlerle geri çekilme aşaması başlar. Bu son fasıldır. Ve izleyiciler heyecanlarını yitirmek üzeredir. En son gelenlere hadiseyi açıklamak bile sıkıcıdır artık. Yavaş yavaş dağılmaktan başka çare kalmamıştır.
Her zamanki işlerine dönmek zorunda kalanların yüzlerine garip bir hüzün çöker. Bu, en sevilen çizgi filmin kaçınılmaz olarak bitmesinden sonra, küçük çocukların derslerini yapmak üzere masaya yöneldikleri sıradaki ifadelerini hatırlatır. Heyecanlı ara bitmiş, olağanın sıkıcılığına geri dönülmüştür.
Kimse yüksek sesle açıklamasa da, çıkan kavga ve dökülen kan, izleyici kitlenin hoşuna gitmiştir. Vücutlarını bir heyacan dalgası sarmış, mıymıntılıklarından sıyırılmışlardır. Konuşacak ve daha sonra anlatacak bir konu çıkmıştır. Kendilerini dövüşenlerin yerine koyup fantazilerini geliştirmişlerdir. Kavgayı sönümlenme aşamasında aralayanlar, BM barış temsilcisi gibidirler artık.

Olay yerini kan revan içinde terk edenlerin durumunu, ruh halini ve acısını yakından hisseden, onlar için üzülen, içi cız edenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır.
Başkalarının düştüğü zor durum, çoğunluk açısından ilginç sahnelerin doğmasına yol açtığı için, sevinç yaratmıştır. Birinin üzüntüsü, ötekinin mutsuzluğunda coşkulu bir çıkışa dönüşmüştür.
Aynı şeyi kavgadan çok daha önemli gelişmelerin peşi sıra izlemek de mümkündür. Trafik kazasında birbirine giren arabaların yanına gidenler de benzeri bir oyun oynarlar. Yangınlar da birer tiyatro sahnesine dönüşür. Doğal afetler de. Silahlı çatışmalar da. Hele bir de bunların sonrasında “televizyoncular” gelip seyircilere soru sorarak onları adam yerine koyarsa…
Günlük yaşam sıkıcıdır gerçekten. Ekmek kavgası, iş ortamı, trafik kargaşası, çevre kirliliği, akmayan sular, soğuyan havalar, karı veya koca dırdırı, çocuk gürültüsü derken, yaşam canlılığını yitirir; sürgün cezasını andırır.
Hele hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk gibi iç bunaltıcı meseleler düşünülecek olursa… Üstelik elindeki imkânları kullanarak kendini ve çevresindekileri mutlu etmeyi deneyenlerin, hobileriyle uğraşarak kişisel gelişmesini organize edenlerin, yaşamında sinemaya, tiyatroya, gezmeye, spora yer verenlerin sayısının son derece az olduğu göz önüne alınacak olursa… 
İyilik, dürüstlük, vicdan gibi ahlâki kavramlar üzerine binyıllardan beri sayısız tanımlama yapılmıştır. Herhalde, bunlardan biri de, kendisini başkasının yerine koymayı, onun sevinç ve üzüntüsüne ortak olmayı başarabilme sanatı olsa gerektir. 
Sıradan hayatta, duygusal ilişkilerde, işyerinde ve hatta siyasette birbirimizi anlayabilmek için belki de en fazla ihtiyacımız olan budur.
 
Ne diyorlar, moda kavramlardan biriyle? Empati (Fransızca empathie”, yani ruh, duygudaşlık; kişinin kendisini başka bir bilincin yerine koyarak söz konusu bilincin duygularını, isteklerini ve düşüncelerini, denemeksizin anlayabilmesi becerisi)…