Ölmeden önce yaşamasını öğrenebilseydik iyi olacaktı... Ama yetmeyecek zamanımız... Zamanımız ve aklımız... Aklımız ve ahlakımız...
* * *
Şaka maka ölüm nefesini hissettirdi de, haberimiz yok (gibi davranıyoruz).
Gökyüzünden taşlar yağmaya başladı. Başımıza değil belki. Ancak başımızı ağrıtacak kadar yakınımıza.
Önceki gün Rusya'nın Çelyabinsk kenti yakınlarına düşen meteordan bahsediyorum.
Ne oldu, daha yazının başında vazgeçmek mi istiyorsunuz okumaktan? İlginizi çekmedi mi konu?
Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasındaki polemiği yazsaydım daha mı ilginç olacaktı? Mesela, bahtsız bedevi muhabbetini?..
Neydi o son zamanlarda pek sevdiğiniz söz? Hah, empati. İşte biraz empati yapmayı deneyelim o zaman şimdi.
* * *
Diyelim ki Ural Dağları (hani şu Avrupa ile Asya'yı birbirinden ayıran) yakınlarında bir kenttesiniz. Birdenbire ortalık aydınlanıyor. Gökyüzü kefen rengi bir toz bulutuyla yırtılıyor. Siz daha "uzaylılar" üzerine ilkel şakalar yapmaya fırsat bulamadan bir patlamayla sarsılıyorsunuz. Cam-çerçeve iniyor bütün kentte. Görülmemiş bir panik yaşanıyor. Binlerce insan yaralanıyor.
Tekrar edelim: Binlerce insan yaralanıyor. Sadece hastanelere başvuranların sayısı bin iki yüzden fazla... İki yüzü aşkını çocuk... Birkaçı ağır yaralı...
Ne oldu? Sıkıldınız mı bu haberden? Peki, görüntü sunsak biraz? Mesela, şuradakilere bir göz atsanız...
Biraz ilgilendiniz galiba? Ama fazla değil...
"Sizin hikâyeniz" değil, ondan mı? Çok uzakta olmuş, ilgi alanınızı oraya kadar uzatıp yorulamazsınız sanırım.
Haklısınız, neresinden baksanız sizden en az 3,5-4 bin km uzakta düşmüş bu meteor.
Gürcistan'a veya Bulgaristan'a düşseydi, biraz daha heyecanlı olurdu sizin için, öyle mi? Yoksa o da mı yetmiyor? İlla Türkiye'de bir yere düşmesi şart, değil mi?
Ölüm tehlikesi saçan felaketler, ancak ulusal sınırlardan içeri girince sizi etkileyebiliyor galiba. AIDS, "kuş gribi", deprem, tsunami, yanardağ patlaması falan, eğer yanı başınızda değilse, siz bu haberlere gözünüz yarı kapalı ve "iş-güç derdinden uzaklaşmadan" şöyle bir bakıp geçiyorsunuz.
Savaş Mali'deyse, mesela? I-ıh!.. Afganistan'a ne dersiniz; orada bizim memleketten askerler de var? Suriye'de de epeyce insan öldü; izliyor musunuz? Yoksa "Yine aynı haberler" diyerek kumandaya mı uzanıyorsunuz?
* * *
Ya kendi ülkenizdeki iç savaş? 30 yılda 40 binin üzerinde insanın hayatını kanla sonlandıran çatışmalar? Şu "Kürt sorunu", "İmralı süreci" falan gibi kelimelerle hayatınızı kuşatan gelişmeler? İlginizi çekiyor mu? Yoksa onlardan da sıkıldınız mı? Ya da "Hiçbir şey çıkmaz bu görüşmelerden" deyip bilgiç bir kötümserlikle kendinizi yarattığınız küçük dağların güdük tepelerinde bir yerlere mi terfi ettirdiniz?
Veya meseleyi AKP, CHP, MHP gibi partilerin taraftarlığı veya karşıtlığıyla, PKK'ya karşı epeyce önce saptadığınız tavırlarla açıklayıp, ortalığa tumturaklı sözler saçarak siyasi söylem bakımından hiç de fena sayılmadığınızı ya da vatan sevgisi, şehit kanı türü duygulu alanlarda ne denli hassas olduğunuzu sergileyerek konuyu "aktif bir şekilde" geçiştirmekten yana mısınız? Yeni bir şeylerin olup olmadığını ciddi olarak sorgulamamak da bir tür umursamazlık değil midir acaba?
Siz bu kadar umursamaz ve kaygısız olmasaydınız eğer, savaş bu kadar sürer miydi dersiniz?
Aslında şairin dediği gibi, "kabahat senin demeye de dilim varmıyor, ama"...
Kabahat... Ah, o kabahat...
* * *
Ne diyorduk biz? Önceki gün bizim, hepimizin yan yana yaşadığı ufacık gezegene koca bir taş düştü. 10 bin ton ağırlığında ve 17 metre çapında. Ama hızı, en külyutmaz trafik polislerinin bile fark etmeyeceği kadardı. Nasıl desek? Yani, saatte 54 bin km süratle bir leblebi düşse tepenize, anında başınızdan ayağınıza kadar uzanan bir pipet misali havadar bir boşluk oluşuverir içinizde...
Biliyorum "öbür dünya"ya inanıyor gibi yapıyorsanız da... Hafif bir kuşkunuz da var sanki. Ya da tersine, inanmasanız da içinizde gizlediğiniz bir "acaba" çiçeğini suluyorsunuz ister istemez. Bu arada Maya takvimine göre "kıyamet günü" 12 Aralık'tan “ileri bir tarihe” ertelendi de biraz rahatladınız.
Ama bu sefer durum farklı. Bakın, dün 47 metre çapında dev bir göktaşı gezegenimizi teğet geçti. Kucağımıza düşseydi bütün zeki fikirlerimiz ve derin duygularımızla beraber önce kavrulur sonra soğuyabilirdik herkes ve her şeyle birlikte. Siz isterseniz inanmayın, ama daha önce birkaç kez gerçekleşmiş bu senaryo. Ve yüz milyonlarca yıl içinde bazen dünyadaki tüm canlıları, bazen de çoğunu "götürüp" hayatı sil baştan etmiş.
* * *
Efendim?
Yazının burasına kadar ulaşanlar, Spartacus'ün son savaşçıları misali iyice azaldı mı? Peki, o zaman teslim oluyorum! Dünyanın bundan önce en son 1908'de yaşadığı türden bir "göktaşı felaketi"nin ne kadar önemli olduğunu anlatamıyorum size ben...
Amaaaa....
Şöyle bir şey olsaydı... Diyorum ki, hani... Önceki gün meteorun Çelyabinsk'e düştüğü sıralarda bizim yüce bir meslektaşımız, mesela Ertuğrul Özkök, Moskova veya Petersburg'da bir şeyler yapıyor, sözgelimi, şarap içiyor olsaydı?.. Ve haberi alır almaz Hürriyet'in Haber Merkezi'ni arayıp "Oradaydım: Rüzgârını ben de hissettim. Kendimizi zor kurtardık" türünden ustaca başlıklarla bir haber (yoksa haber-analiz mi deseydik?) döktürseydi?..
Haberin yanına da kontrast renklerden oluşan ve kesinlikle kravat taşımayan bir giysi içinde, arkasında koşuşturan yüzlerce ebleh suratlı faninin fonunda, entelektüelliğin izin verdiği ölçüde şaşkın ve telaşlı bir bakışla "ebedîleştiği" bir "tablosal fotoğrafını" yerleştirseydi?..
Belki de bu olay, Özkök'ün "hayatının fırsatı" olarak gördüğü yüzlerce büyük olaydan biri olarak onun şu ünlü şeyinin, ne deniyordu ona, evet, "sitcom gazetecilik" teorisinin yeni bir zaferine uzanabilirdi. Korkunç bir meteor yağmurunun altında, hayatın anlamı ve hangi şaraplarla hangi kadınların böylesi bir anı taçlandırabileceğine ilişkin benzersiz anlatımlar!..
Özkök "Kızıl Meydan'da sırtını Lenin'e dönmüş koşarken"... Özkök "Arbat Sokağı'nın gitaristleri, ressamları ve matryoşka karaborsacılarının arasında, kollarını hepsinin boynuna dolamış bilgece bakarken"... Özkök "Kursk Tren İstasyonu'nun önünde yankesiciler ve fahişelerle ateşli tartışmalar yaparken"... Ve arka planda, fotoshop eşliğinde Rusya'ya yağan göktaşları!..
* * *
Huylu huyundan vazgeçmez. Böyle huyları olan ise kendine maddi ve manevi menfaat sağlayacak hiçbir şeyden vazgeçmez. "Vazgeçiyorum. Gidiyorum. İstifa ediyorum." dese de inanmayın! Vardır bir bildiği!
Çünkü karşınızda konuşup yazan bildiğiniz tipte bir "gazeteci" değildir. "Ben yüzde 80 cambazım, yüzde 20 gazeteci" diyen biridir. Bazen "gizli eşcinselim" der, bazen "gizli Alevi".. Bana bakın, beni konuşun, bensiz bir gün geçirmeyin, beni izleyin, beni merak edin, diye yanıp tutuşan doyumsuz bir egonun patlaması sonucu ortalığa yayılan yapışkan bir salgıyla medyaya ölümüne tutunmuş "bin bir surat"tır.
Kâh Umre'ye gider, kâh hamama. Çıplak ayaklarını "yaratıcı özgürlüğün simgesi" olarak birinci sayfadan burnunuza sokabilir. Sonra geçmişte "Muhtar bile olamaz" dediği Erdoğan'ın gazetecilerden "tasmalı" olarak bahsetmesine hak verip köpek olduğunu söyler. Ardından "tavşan kardeş" kılığına girer.
Sınırsız megalomanisiyle türlü sempatiklikler yapıp müşterilerini şaşırtarak eşsiz bir aktörlük sergilerken, o mesleğin gerçek temsilcilerinden Kadir İnanır'ın Kürt sorununda dile getirdiklerinin altında kalabilir aniden. Ne gazetecilik deneyimi, ne sosyologluğu, ne de epeydir toprak üstünde dans ederken renk değiştiren köklerinin vaktiyle ezilen bir ulusal azınlığa ait olması kurtarabilir onu.
Çünkü vicdanlı ve profesyonel olmaya değil, güçlü ve "her dönemin adamı" olmaya çalışmaktadır. Bu açıdan yıllar önce "Vay şerefsiz" manşetiyle linç etmeye çalıştığı Ahmet Kaya'yla ilgili özeleştiriye benzer sözleri, sadece günü geldiğinde sanatçının mezarı önünde vereceği eşsiz pozun efektine bağlı olarak anlam taşır.
Ve 2013 Türkiye'sinde Türk-Kürt barışı için önemli bir fırsat çıktığında ve daha düne kadar susan kesimlerden bile cesaretlendirici tepkiler yükseldiğinde, o, kendisini önce "Türklerin haysiyeti ve hassasiyeti"nin savunucusu ilan eder, sonra da akıl almaz bir büyüklük hezeyanıyla "Kürt sorununun çözümü yolunda temel engel benim" diyerek "görüşmelerin önünü tıkamamak için" fedakârca "Türklükten istifa ettiğini" açıklar. (Sonra da bir kez daha başlattığı tartışmayı "İşte ben böyle gündem yaratırım" özgüveniyle izleyip ara sıra ateşe kışkırtıcı odunlar atar.)
Savaşmış, ölenlermiş, Uludere'ymiş, baskılarmış, yalanlarmış umurunda değildir. Barış sağlanamazsa binlerce gencin daha ölebileceğini takmaz bile.
Bakın, dünkü yazısında ne diyor: "İşin ciddi tarafı ile siz ilgilenin, Kürt sorununu falan siz çözün. Eğlence tarafını ise bana bırakın... Bak, bu işi çok iyi yaparım..."
Bu eğlence ve ün düşkünlüğü, bu omurgasızlık ve umursamazlık karşısında, ne insan hayatının bir değeri var, ne halklar arası barışın!..
Gazetecilik buysa eğer, dünyayı umursamayan milyonların ülkesinde, başımıza ne kadar taş yağsa azdır!