Hakan Aksay

04 Kasım 2012

Başarısız bir pazar yazısı

Bugün pazar; âdet gereği haber dozunun azaltıldığı, siyasetin tatile çıkıyormuş gibi yaptığı gün

Ne yazacağım şimdi ben?

Bugün pazar; âdet gereği haber dozunun azaltıldığı, siyasetin tatile çıkıyormuş gibi yaptığı gün.

Köşe yazarlarının buna inanıyormuş gibi davranıp “hafif” yazılar yazmayı, hayatı anlatma cömertliğinde “edebiyat parlatmayı” denedikleri bir “tatil molası”.

Aklımda rengârenk gölgeli nice hain konular dans ediyor:

Kimisinde okur gülmese bile benim güleceğimin garantisi var…

Kimisinde güzel bir kadın vücudunun dayanılmaz cazibesi…

Kimisinde yemyeşil doğa, deniz ve mehtap…

Bir karar versem, en fazla yarım saatte gerekli harfleri yan yana dizip hazır ola geçiririm, diyorum kendi kendime.

Belki de olmaz; harfler yığılırlar önüme, ama kelimelere dönüşmek istemezler; saatlerce direnirler bana.

Kelimeler vahşi atlar gibidir bazen, onlara hâkim olamadığını hissettiklerinde üzerlerine bindirmez, dört bir yana kaçışırlar.

Canım, madem ak sakalım bana yılların tecrübesi falan diye hava atma şansı veriyor; otuz dakika ya da birkaç saat, fark etmez; nasılsa bir yazı çıkarırım ortaya.

 

*      *      *

 

Çıkarırım…

Çıkarırım çıkarmasına da…

Ben yazıyı yazana kadar…

Hani, demem o ki…

Birkaç saat içinde…

Hatta yarım saat bile diyebiliriz…

Bir şey olur mu acaba…

Ölür mü açlıktan biri…

Kürt mahkûmlar arasından?..

Ben mizahi çağrışımları üzerinize salıp sizi gülümsetmeye çalışırken…

Ya da erotik satırlarla tatlı bir gerginlik yaratırken…

Veya yanı başınızda unuttuğunuz doğanın uçsuz bucaksız güzelliklerini gözlerinizin önüne sererken…

Ceza ve ölüm evlerinden birinde…

Kendi dilinde konuşmak için hayatını ortaya koyan gençlerden biri…

Bir daha hiçbir dilde konuşup gülemeyecek…

Hiçbir kadın vücudunu düşleyemeyecek…

Hiçbir doğal güzelliğin tadını çıkaramayacak aşamaya gelirse…

Ki artık bu, olmayacak şey değil; açlık grevinin 54. günündeyiz.

 

*      *      *

Yani diyeceğim şu ki…

Pazar gününüzü mahvetmek değil tabii amacım, ancak…

Her bir satırı yazarken gözüm haber sitelerine takılıyor…

Ve kulağım televizyonda…

Kötü haber yok şimdilik, ama…

İyi haber de yok.

Başbakan dolduruyor yine ekranları…

Hani şu her gün televizyonlara çıkıp birilerini fırçalayan, boynu kızarana kadar sinirlenen ve sıcak bir gülümsemeyi asırlar önce unutan…

Kas ve silah gücüne dayanan kelimeler sıçrıyor üzerime:

“İzin vermeyiz!”

“Devlete şantaj yaptırmayız!”

“Gerekirse müdahale ederiz!”

“Kuzu şiş yiyenler!”

“İki yüzlü köşe yazarları!”

Sözlerin ve hayatın ruhunu çoktan kaybetmiş, sadece ses yükseldiği zaman otomatik olarak hareketlenen, tepkisiz veya sırıtan yüzlerle alkış makineliği yapan tek tip “insancıklar” var önünde.

 

*      *      *

 

Bir dakika!..

Ne yapıyorum ben?

Neler yazıyorum?

İktidarların acımasızlığını, birbirini izleyen ve izleyecek olan ölümleri bir kez daha yazsam ne olacak?

Bir şey değişecek mi?

Kaderimizin en parlak yerleri bile bataklık yosunu…

Alkışlarımızla kimi getirirsek getirelim başımıza, öykümüz değişmiyor ki bu topraklarda!

Devlet nefret, devlet şiddet üzerinde kurulmuş buralarda.

Töremizde her gelenin gücünü kanıtlamak için “gerekirse” (ki genellikle “gerekiyor”) canavarlaşması yazıyor.

Ve her gelen, birkaç kutsal cümleyi şarjörüne sürerek rahatça kan dökebiliyor.

Bizde bazı ölmelerin adının “gebermek” olduğunu biliyorsunuz, değil mi?

Hani, “ölü ele geçirilen”, “etkisiz hale getirilen” gençlerin hayatlarını kaybettiği ya da vefat ettikleri asla söylenmez ya…

Orada taş yüreklerin kin dolu suskunluğunda “gebermek”, “gebertmek” kıvılcımları parlar.

Nefretimiz yüreğimize sığmaz, taşar her yana; çünkü nefretimiz yüreğimizden daha büyüktür.

İnanın ki siyasetten, devletten, bayraktan, ezandan çok daha fazla nefret vardır bu memlekette.

 

*      *      *

 

Şimdi ben…

Bunca nefret ve ölüm içinde…

Önümdeki bilgisayarımın tuşlarına bakıyorum da...

Hayret!

Kelimeler yok!

Harfler bile yok!

Klavyenin her bir tuşunda karanlık bir silüet….

Ensemize soluyacak kadar yaklaşmış ölümler…

Boynu kızarmış bir adam…

Düğmelerine basıldığında harekete geçen alkış makineleri…

Yüreklerinin kepenkleri yabancı acılara sımsıkı kapalı milyonlar…

Ve ak sakalına rağmen doğru dürüst bir pazar yazısı yazmayı bile beceremeyen zavallı bir gazetecinin çaresizliği…