Hepimiz öleceğiz.
Ne zaman, nerde, nasıl?
Bunu bilmiyoruz.
Ama öleceğiz, bunu biliyoruz.
Biliyoruz da...
Hep unutuyoruz.
Zaten unutmasak yaşamak zorlaşır.
Samuraylar gibi her gün ölümü hatırlayarak yaşamayı becerebilmek kolay değil.
Ancak yakında öleceğini bilenler de var.
Ölümcül hastalar.
Doktorların “çok az ömrü kaldı” dedikleri.
Belki önlerinde kalan sayılı günler ya da haftalar, en fazla aylar...
Birçoğu açısından neden, insanlığın baş belası kanser...
Doktorların kayıtsız bir tavırla veya göstermelik bir hüzünle “yapacak bir şey yok” vurgusunun altını çizmesinden sonra, parası varsa özel bakımla, parası yoksa evinde, belki önünü alamadığı acılar içinde ölümü bekleyen insanlar...
Onlar için yapılacak bir şey var mı?
Eğer “ağır hasta yurttaşlar için ulusal bütçeden para harcanması boşunadır” diyen Hitlerci bir anlayışta ya da ahlaki ve dini şemsiyelerin gerisinde koca bir kayıtsızlık zırhı içinde değilseniz, niye olmasın?
Bir şeyler yapılabilir.
Sabretmenin, dua etmenin, ölümü beklemenin ötesinde bir şeyler...
* * *
“Bir insanı tedavi etme imkânının kalmaması, ona hiç yardım edilemeyeceği anlamına gelmez.”
Bu bilgece cümle, Vera Vakfı’nın temel prensiplerinden biri.
Vera (kelime anlamı inanç) adını taşıyan vakıf, tam 20 yıl önce Rusya’da kurulmuş. Kurucusu, Vera Millionşikova adında bir kadın doktor.
Öleceği kesinleşen insanlar için kurmuş bu vakfı. Bir süre sonra kendisi de ağır bir hastalığa yakalanarak onlardan biri olmuş. Sonra ölmüş. İşi kızı Anna (Nyuta) Federmesser devralmış.
Vakıf bağışlarla yaşıyor ve hem Moskova’da hem de Rusya’nın başka kentlerinde bulunan “palyatif bakım merkezleri”ndeki ölümcül hastalara yardım ediyor. (“Hospice” denilen bu bakım merkezleri başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde var. Türkiye’de birkaç yerde “hospice” veya “kanser hastaları rehabilitasyon merkezi” olarak bazı girişimler olmuş sanırım, ancak kurumsallaşmış yapılar yaratılmış mı, ondan kuşkuluyum. Umarım yanılıyorumdur. Ve umarım bu tür girişimler bundan sonra artar.)
Hospice, hastane değil.
Orada her şey “kalan süreyi en iyi şekilde değerlendirmek için”.
Nyuta Federmesser’in deyişiyle “insanca ölmek için”.
“Zaten”, diyor, Nyuta, “insanlar insanca yaşamalı ve insanca ölmeli”.
“Ve hospice’lerde biz ölümü ne hızlandırma ne de geciktirme amacını taşıyoruz.
Sadece hayatın sonuna kadar özenle korunmasına, mümkün olduğunca kaliteli yaşanmasına çalışıyoruz.”
* * *
Bu amaçla hospice’ler olabildiğince ev ortamına benzetiliyor. Hastanelerin soğuk şartlarından arındırılmaya çalışılıyor.
Öyle yasaklara, sınırlamalara meraklı değil buraların yönetimleri.
Mesela, ziyaretçiler için gün ve saat kısıtlaması yok; hospice 24 saat konuklara açık. Yardıma muhtaç insan sigara içiyorsa kimse “içmeyeceksin” diye tepesinde boza pişirmiyor. Köpeğiyle yaşamaya alışan biri için köpeğiyle birlikte olma şartları yaratıyor.
Vera Vakfı’nın ve hospice yönetimlerinin en önemli görevlerinden biri, ihtiyacı olanlar için ağrı kesici sağlanması. Çünkü sürekli ağrılarla yaşamak insan onuruyla bağdaşacak şey değil, bir tür aşağılanma.
Hospice’lerde her şey bedava.
Herkesin son isteklerine olabildiğince uygun düzenlemeler yapılmaya gayret ediliyor. Resim yapmak mı istiyorlar, konser dinlemek mi, sohbet etmek mi, konuşmaya gücü kalmamışlar açısından sadece birilerinin yanı başlarında bulunmasını, ellerini tutmasını, gülümsemesini mi... Mümkün olan her şey...
Belki kimilerine göre “ölüm evleri” buralar, ama bilenler için “yaşam evi”, “yaşamın son mekânı”, belki de “son mutlu mekân”...
Bazıları sadece birkaç hafta, hatta birkaç gün için geliyor buralara; bazıları ise aylarca burada yaşıyor ve sonra gidiyor (“ölüyor” demiyorlar asla, “gidiyor” diyorlar)...
Sadece Vera Vakfı’nın destek verdiği 20’yi aşkın hospice’e yıllar boyunca binlerce insan gelip gitmiş...
Bazı hospice’lerde gördüklerine hayran olan bir Rus meslektaşım çektiği kısa filmi “Güzel Ölüm” olarak adlandırmış...
“Güzel ölüm”...
Bu, benim aklıma “ötanazi” (Yunanca: eu, “iyi, güzel” ve thanatos, “ölüm”) kavramını getiriyor. O da ayrı. O da bir hak olmalı. Ama hospice’lerde yaşamın son perdesini olabildiğince güzel yaşamak da az şey değil.
* * *
Nyuta Federmesser’in gözleri ışıl ışıl. Her fırsatta olumlu, hatta komik bir şeyler söyleyip gülüyor, güldürüyor. Ama bu kadar parlak gözler gözyaşlarıyla az sulanmış olamaz.
Devletle, hâlâ mükemmelleşmeyen yasalarla, bağış toplamakla, ağrı kesici bulmakla vs. ilgili sürüyle sorunu olduğu kuşkusuz. Ancak en önemli sorunu sorulduğunda hiç tereddütsüz şu cevabı veriyor:
“Çalışacak insan bulmak zor. Doktor, hemşire, öteki görevliler... Hospice konuklarına karşı her zaman iyi ve kibar olacak, hiçbir zaman yavaş ve kaygısız davranmayacak, onları birer ‘sayı’, ‘numara’, ‘yatak’ değil, hayatlarının belki de en değerli aşamasını yaşayan insanlar olarak görecek çalışanlar bulmak kolay değil.”
Nyuta’nın sözlerinden, onun tecrübeli tıp çalışanlarına daha çok kuşkuyla baktığı anlaşılıyor. Bu da mevcut sistemin bir tortusu herhalde.
Burada yaşayıp kısa süre sonra ölecek insanlara “saygı göstermemek yasak” diyor ve ekliyor:
“Üstelik böyle bir yerde çalışmak, bazen keder verse de, sonuçta ayrıcalıklı bir iş. Çünkü çoğu kez ölmekte olan insanlar, bize, bizim onlara verdiğimizden daha çok şey veriyor.”
Hemen aklıma Marjana Sadıkova geliyor. Hayatı böyle bir yerde 14 yaşında noktalanan o harika kız çocuğu. O büyük fotoğrafçı. O derin filozof.
Ne diyordu ölmeden kısa süre önce:
“Acılarınızı, şanssızlıklarınızı, başarısızlıklarınızı ve kaderinizin kötü sürprizlerini abartmayın. Bunların hepsi hayat! Hastalık da bir parçasıdır hayatın, ölüm de… Ama hayallerinizi önemseyin. Ve mutlaka onların peşinden gidin! Tüm gücünüzle!..
Mesele kalanı iyi değerlendirebilmektedir; kalan zamanı, kalan enerjiyi, kalan fırsatları!.. Ne kaldıysa, dolu dolu yaşayarak!..
Son kareye kadar…”
P.S.: 3,5 yıl önce yazmıştım Marjana hakkında. Dilerseniz o yazıyı da okuyarak hayatın ve ölümün anlamını bir kez daha düşünmeyi deneyin: ‘Hastalık da bir parçasıdır hayatın, ölüm de…’