31 Ağustos 2010
Sevgili Aydın ağabey
Elimde olmayan sebeplerle, dünkü yazından geç saatte haberdar olabildim...
Elimde olmayan sebeplerle, dünkü yazından geç saatte haberdar olabildim. Bu nedenle, her sorunuza cevap veren bir yazı hazırlayamamış olabilirim. Başka bir gün onu da yapmaya çalışırım ama genel olarak şunları söyleyerek başlayabilirim…
Kriz bizi iki boyuttan etkiledi.
1-Dış piyasalar alt üst olurken, Türkiye’deki yabancı portföy yatırımlarında çıkış başladı. Türkiye gibi, yüksek cari açık (basit dille, yabancı para giderlerinin gelirlerinden yüksek olması diyebiliriz) veren bir ekonominin bu açığın finansmanında portföy yatırımlarının ne yazık ki önemli bir rolü var. Bu ekonomide zayıf noktalarımızın başında geliyor. Portföy yatırımlarındaki çıkış Türkiye’de dolar kurunu yukarı çekti.
Siz daha iyi bilirsiniz ki; Türkiye’de krizin bir numaralı göstergesi döviz kurudur. Kur yükselmeye başlayınca kriz havası da yayılır. 2008 sonunda da öyle oldu. Kur yükselmeye başlayınca, panikle alanlar, kısa dönemde para kazanmak isteyenler, daha önce düşük seyreden kur nedeniyle dışarıdan dövizle borç alan şirketler ekstra talep yarattılar ve kur daha da hızlı yükselmeye başladı.
Zaten bütün dünyadaki kriz nedeniyle azalmaya başlayan tüketici güveni ve talebine, sıçrayan döviz kuru da eklenince talep aniden kesildi. Bu süreci 2008’in son ayları ve 2009’un ilk aylarında yaşadık.
2-Azalan, sadece Türkiye’deki talep değildi. Bütün dünyada tüketim gerilemeye, ithalat düşmeye başlamıştı. Türkiye ekonomisinde ve özellikle sanayi üretiminde ihracatın önemli bir payı var. Ne yazık ki ihraç pazarlarımızın başında tek bir ekonomik alan olan Euro Bölgesi (daha da genişletirsek AB) geliyor. Ve yine ne yazık ki; bütün kriz sürecinde en ağır darbe alan ekonomi de, müşterimiz olan AB ekonomisi oldu. Bu, Türkiye ihracatının azalmasına, dolayısıyla üretimin gerilemesine neden oldu. Elimde bir veri yok ama tahminim ihracatçı şirketlerin, iç piyasaya çalışan şirketlere göre krizden daha ağır etkilendiği yönünde.
Bu iki boyutun da dış kaynaklı olduğunu görüyorsun. Krizde Türkiye’den kaynaklanan üçüncü bir neden yoktu. Ama bu ekonomimizde zayıf noktalarımız yok demek değil.
“Gelin eğri oturup doğru konuşalım. Türkiye bu krizde de iflas etmedi. İç ve dış borçlarını ödemeye devam etti. Böylece devlete borç veren iç ve dış finans kaynaklarını tüketmedi. Çılgın bir yüksek faiz politikası ile dış ve iç kaynak bulmak için ekonomi tahrip edilmedi. Ülkeyi kasıp kavuracak bir kıtlık-yokluk yaşanmadı. Enflasyon patlayıp parayı pul, bizcileyin emeği ile geçinenlerin satın alma güçlerini rezil etmedi. İşsizlik adeta olağan seyrini izledi.” diyorsunuz.
Türkiye borçlarını ödemeye devam etti çünkü kriz döneminde Türkiye’nin bir finansman sorunu yoktu.
Yeni borçlar alınabildi ve bu kolaylıkla yapıldı çünkü Türkiye’nin yüksek kamu borcu, ödemeler dengesi sorunları yoktu ve bütün dünyada faiz oranları son derece düşük düzeylere gerilemişti.
Komşumuz Yunanistan’da ise bunların ikisi birden, Avrupa’nın üçte birinde yüksek borç sorunu vardı.
Dışarıda faizler hızla gerilediği için, Merkez Bankası da Türkiye’deki faiz oranı düşürebilmek için uygun bir ortam yakaladı. Bu nedenle Hazine iç borçlanmayı da eskisinden daha ucuza yapabildi.
İşsizlik oranı yükseldi ama birçok ülkedeki yükselişten çok daha ılımlı bir yükselişti. Bu, Türkiye’de işsizlik oranının yüksek olduğunu gerçeğini değiştirmiyor tabii ki; ama ABD’de işsiz sayısı iki katına yükselirken, Avrupa’da yüzde 50 artarken ve hala düşüşe geçmemişken, Türkiye’de hem daha az arttı hem de düşüşe geçti. İşsizlik dışında ihracatta ve sanayi üretiminde de kötü aylar geçirdik.
“Teğet geçecek” ifadesi tartışılabilir, beğenenler beğenmeyenler olabilir; ama bence başbakanlık ya da ekonomi bakanlıkları koltuklarında kim oturuyor olursa olsun benzeri ifadeler kullanması gerekirdi. Çünkü dışarıdaki gelişmelerin etkisiyle yükselen döviz kurları ve gerileyen tüketici güveni nedeniyle düşen talep ve bunun sonucunda azalan üretim sürecinin mümkün olabildiğince çabuk atlatılması gerekirdi. Bu konuda karamsar bir tablo çizmek iç talebi canlı tutma amacına hizmet etmezdi. Tabii bunu, Başbakan’ın siyasi bir kişilik olduğu gerçeğinden bağımsız değerlendirmek de mümkün değil.
Özelleştirme konusunda şunları söyleyerek bitireyim.
“Nasıl oluyor peki?” sorunuza arkadaşınızın “Özelleştirme gelirleri, ülke servetlerinin satışından elde edilen kaynaklarla” cevabına şu nedenle katılmıyorum. 2009 yılında Türkiye, önceki yıllara göre oldukça az özelleştirme yaptı. 2008’de 6 milyar doların üzerindeyken, 2009 yılı özelleştirme geliri 2 milyar dolar civarındaydı. Bu, ülkenin ekonomik büyüklükleri ile karşılaştırıldığında çok küçük bir değer. Ayrıca, geçen yıl kriz nedeniyle maruz kaldığımız kayıplarla kıyaslandığında da çok küçük kalıyor.
Aydın Ağabey, bundan sonra size T24’te hergün yazarak eşlik edemeyeceğim ama her sorunuza elimden geldiğince cevap verebilmek isterim. Umarım bugünkü cevap beklentinizi karşılayabilmiştir.
Sevgilerimle,