Son iki ay içinde ama özellikle de son günlerde moda bir tartışma var. Deniyor ki: “ihracat arttı ama ithalat çok daha fazla arttı; tamam ihracata sevinelim de, bir de yediğimiz gollere bakalım”.
Şunu söyleyerek başlayım; böyle düşünenlere şaşkınlıkla bakıyorum ve bu şaşkınlığımın geçerli nedenleri var. Ama gelin önce tartışmaya konu olan gelişmelere bakalım…
Türkiye’nin,
2008’deki ihracatı 132, ithalatı 202, dış ticaret açığı 70 milyar dolardı.
2009’daki ihracatı 102, ithalatı 140, dış ticaret açığı 38 milyar dolardı.
2010’daki ihracatı 113.7, ithalatı 182, dış ticaret açığı 68.3 milyar dolar civarında olacak.
Başa dönelim. Bazıları diyor ki: “ihracat arttı ama ithalat çok daha fazla arttı; tamam ihracata sevinelim de, bir de yediğimiz gollere bakalım”.
2009’da ithalatımızı ihracattan çok daha hızlı geriledi. Acaba bu yıl gol yediğimizi düşünenler, geçen yıl gol attığımızı mı düşünüyorlardı? Öyle düşünüyorlarsa yanılıyorlar.
2010 ithalatı bu ay sonunda kesinleşecek ama büyük olasılıkla geçen yıl 182 milyar dolar civarında ithalat yaptık. Oysa 2008’deki ithalatımız 202 milyar dolardı. Bu yıl gol yediğimizi düşünenler acaba 2008 ithalatı için ne düşünüyorlardı? Bu mantıktan gidersek 2010 ithalatı için “daha az gol yedik” mi demeliyiz?
Bugün yol yediğimizi düşünenler, ithalatı dizginlemek için faiz silahını çekip TL’nin değeri ile oynamaktan başka bir yol olmadığını bildikleri halde, neredeyse her türlü sınırlama ve yasaklamanın uluslararası ticaret kurallarına aykırı olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyorlar.
İthalatın yükselmesinden kimsenin memnun olmadığı kesin. Ama devlet olarak “bunun ithalatını yasaklıyorum” demek mümkün değil. Sadece Türkiye değil, Dünya Ticaret Örgütü üyesi olan bütün ülkeler dış ticareti serbestleştirmek için taahhüt altındalar ve iç piyasalarını koruyabilmek için kullanabilecekleri az sayıda araç var. Ancak söz konusu araçları ithalatımızın yaklaşık yüzde 40’ını yaptığımız AB’de kullanmak, gümrük birliği nedeni ile mümkün değil. İthalatımızın yaklaşık yüzde 25’ini oluşturan enerji ürünleri için de bunu yapmak mümkün değil. Geriye kalan ithalatımızın üçte biri için ise mevcut araçlar fazlasıyla kullanılıyor. Ama biri hariç. Hangisi olduğunu biliyorsunuz: paramızın değeri.
Zamanlama
Herşey bir taraf, ticaret savaşlarının döndüğü ve dünyanın birbirine girdiği bir dönemde, Türkiye’nin konumunun ‘Gol atma ve yeme’ olarak yüzeyselleştirilmesini yanlış buluyorum. Ayrıca, bunun şimdi söylenmesine de çok şaşırıyorum. Çünkü; şimdi bunu söyleyenler, aylardır bu konuda uyarı yapılırken seslerini çıkarmadılar. Dış ticaret açığının OVP hedeflerini aşacağı, cari açığın 43 milyar dolar civarında olacağı aylar öncesinden belliydi.
TCMB’ye faiz indirimi konusunda geç kaldığı yönünde eleştiri yapılırken, değerli TL’nin ithalatı kamçıladığını görmezden gelip, bunu sadece ihracatçıların derdiymiş gibi gördüler.
ABD, Euro Bölgesi, Çin, Brezilya ve pek çoğu parasının değerini düşük tutarak ihracatını artırmaya ve ithalatı zorlaştırmaya çalışırken, Türkiye tribündeydi. İçeride bu konuda uyarı yapanları, “ihracat lobisi iş başında” diyerek, “ihracat sadece kura bağlı değil” diyerek eleştirdiler.
Bildikleri ama bilmezden geldikleri şeyler var…
İhracat yapanlar başka bir ülkenin değil, bu ülkenin vatandaşı. Bu ülkede işletme kuruyor, istihdam yaratıyor, ücret ödüyor, vergi veriyorlar. Bunların para kazanması, ülkenin para kazanması demek.
Değerli TL, ihracatçıya verdiği zarardan çok daha fazlası ülke ekonomisine veriyor. TL değerlendikçe, ihracat zorlaşıyor ama bundan daha büyük etkiyi ithalat artışında görüyoruz. Düşük kur yabancı malları daha cazip hale getirdiği ve insanlar da ucuz olanı tercih ettikleri için içeride üretim yavaşlıyor, karlar düşüyor, istihdam yaratılamıyor. Bazıları bunu görmedikleri gibi KDV ve gümrük vergisi tahsilatı arttı diye, cari açığın finansmanında sorun yok diye, kur düşük kaldığı için dolar bazında GSYİH artıyor diye seviniyor. Oysa böyle gidersek üç yıl sonra ne vergi tahsilatı yapılacak mükellef, ne de kapatılabilecek sınırlarda cari açığımız olacak.
İhracatın sadece kura bağlı olmadığını söylemeleri de işin başka bir boyutu. Siz hiç “ihracat sadece kura bağlı” diyen biri duydunuz mu? Ben duymadım. Şu anda yürürlükte olan ve döviz kurundan bağımsız bazı çalışmalar var. Girdi tedarik stratejisi bunlardan biri. Amacı, ithal ettiğimiz bazı ürünleri Türkiye’de üretebilmek, ya da bunları daha ucuz bedelle ithal edebilmek. Başka bir çalışma, ihracatın sektörel ve coğrafi olarak çeşitlendirilmesine yönelik. Önceki yazımda değindim. Henüz kesinleşmemiş olmakla birlikte 2010’da yaklaşık 60 ülkeye ihracat rekoru kırılacak. (Gerçi buna da eksen kayması diyorlar). 2010 içinde Türkiye’nin yurt dışındaki ticaret müşavirlerinin sayısının 115’ten 250’ye çıkarıldığını da hatırlatmak isterim.
Çok uzadı değil mi? Bir de bu yılki ithalat artışının nedenlerine bakıp bitiriyorum…
12 aylık ithalat henüz kesinleşmedi. Ancak muhtemelen 182 milyar dolar civarında gerçekleşecek. Kesinleşmiş 11 aylık ithalatımız yaklaşık 165 milyar dolar. Geçen yılın ilk 11 ayında ithalatımız yaklaşık 126 milyar dolardı. Yani geçen yılın aynı döneminden 39 milyar dolar daha fazla (yüzde 31) ithalat yaptık. Bu da geçen yıl 38 milyar dolar olan dış ticaret açığının bu yıl 68 milyar dolara çıkmasına neden oldu.
Aşağıdaki tablo 2009 yılına göre ithalatı en fazla artan ürün gruplarını gösteriyor. Bu ürün gruplarına ‘fasıl’ deniyor. Toplam 98 fasıl var. 98 fasılda ithalatımız ilk 11 ayda 39 milyar dolar artmış. Ama gördüğünüz gibi en büyük artışlar bu 13 fasılda. Aşağıda gördüğünüz fasıllardaki ithalat artışı neredeyse 31 milyar dolar. Yani ithalatımızdaki artışın yüzde 80’i bu ürün gruplarından kaynaklanıyor.
Son Söz
Nasıl 2009’da ithalatımız ihracatımızdan çok gerilediyse, 2010’da da ihracattan daha fazla yükseldi. Böyle olacağını geçen yıl T24’te okumuştunuz. Tabii ki; “ben söyledim, öyle oldu” tarzı bir şey değil bu. Ekonomik ve ticari yapımız öyle olmasını gerektiriyor.
İthalatımız ihracatımızdan daha çok yükseliyor çünkü ithalat hem iç hem de dış talep kaynaklı bir değişken. İthal ettiğimiz ürünlerin bir kısmını içeride tüketiyoruz bir kısmını ise işleyip ihraç ediyoruz. Oysa ihracatımız sadece dış talebe bağımlı.
2010 Türkiye için, iç talep açısından parlak, dış talep açısından sönük bir yıldı. İç talepteki canlılık, Türkiye ekonomisine dünyadaki en yüksek büyüme oranlarından birini getirdi. Oysa ihracatının yarısına yakınını yaptığı Avrupa kriz içindeydi ve ithalatı çok az artıyordu.
Küresel kriz Türkiye’nin önüne üç ödev koydu. Birincisi, ihracatını coğrafi olarak çeşitlendirmek. İkincisi, üretimini teknoloji ve katma değer açısından zenginleştirmek. Üçüncüsü, ithal ettiği ürünlerin mümkün olduğu kadar çok kısmını içeride üretebilmek.
Şimdi bunların üçünde de çalışmalar yapılıyor ve ilk sonuçlar alınmaya başladı. Ama bir dördüncü ödev daha var. Hangisi olduğunu biliyorsunuz: paramızın değeri.