H. Bader Arslan

26 Ocak 2012

Aydın Abi'ye

Aydın Abi, okuyacaklarını dünkü sorularına bir cevap olması için yazmıyorum...


Aydın Abi, okuyacaklarını dünkü sorularına bir cevap olması için yazmıyorum. Sadece senin için bazı noktaları biraz daha belirginleştirmek istedim.
“Hukuk fakültesinde biraz da adet yerini bulsun diye konmuşa benzeyen “İktisat” dersi vardı. Öğrenciler pek ciddiye almaz, hocalar fazla ince eleyip sık dokumazdı. Ama –nedense- benim en sevdiğim iki dersten biriydi (Öteki: Hukuk Başlangıcı). O derste iktisadın temel kuralları, temel yasaları öğretilirdi ve ötesine de pek geçilmezdi.“ diyorsun.
İktisat benim de en sevdiğim dersti. Ama kendi bölümümde verilen derse değil, rahmetli Uğur Korum Hocanın eşi Sevil Korum’un Uluslararası İlişkiler Bölümüne (ben İşletme öğrencisiydim) verdiği derse girmeye başladıktan sonra İktisat’ı sevdim.
Diyorsun ki; “O derslerde öğrendiğim ve hiç unutmadığım bir analiz vardı: Bir ülke ürettiğinden çok tüketiyorsa, ücretinden daha fazla harcayan bir işçinin, maaşından fazlasını harcayan memurun başına ne gelirse o ülkenin de başına o gelir!..”
Buna katılmamak mümkün değil. Keşke biz de sadece ürettiğimiz kadar harcayan bir ülke olsak. Fakat öyle değiliz. Yine de açık verme konusunda bazı dipnotlar düşmeliyim.  Bir ülkenin birkaç kez  gelirinden çok harcama yapması ile bunu sürekli yapması ve bir ülkenin gelirinden bir miktar fazla harcama yapması ile çok daha fazla harcama yapması arasında farklar var. Ülke sürekli ve yüksek miktarda açık veriyorsa o zaman hapı yutmuş demektir. Bunu bir iki yıldan fazla sürdüremez. Ama dünyadaki pek çok ülkenin aşırı boyutlara ulaşmayan açık verdiğini de gözden kaçırmamak lazım. IMF verilerine göre 120’de  fazla ülke açık  verirken, 60 civarında ülke fazla  veriyor.
Belki dün dikkatini çekmiştir. Japonya 1980’den beri ilk kez 2011 yılında dış ticaret açığı verdi. Herşey son  birkaç yıldaki  gibi devam ederse Çin de 4-5  yıl sonra dış ticaretinde açık vermeye başlayacak. Tabii sen yukarıda bahsettiğin analizde açık derken cari açığı kastediyorsun. Ama biliyorsun ki cari açığın hemen her zaman sebebi dış ticaret açığı  oluyor.
Diyorsun ki; “…Besbelli ki benim üstünkörü öğretilmiş, basit, yalın tanımlardan ibaret iktisat bilgim, yani bilgisizliğim, ülke ekonomisinin şaha kalkmışlığını anlamıyor. Merkez Bankası Başkanının “Yakında Türk lirası Amerikan dolarını fena halde dövecek” yollu meydan okuyuşu yüreğimi serinletmiyor.  AKP’nin “bilgili prensi” Ali Babacan’ın rakamlarla, istatistiklerle, aktardığı “ekonomik durumumuz” analizlerinde hep birşeylerin eksik olduğunu düşünüyorum.”
Aydın Abi, senin insanlar hakkındaki izlenimlerin benden daha güçlüdür ama ben Türkiye’de insanların objektif yorum yapma konusunda pek de istekli/becerikli olmadığını  düşünüyorum.
Bazıları, ne olursa olsun, hükümetin ekonomi politikalarının yanlış olduğuna inanıyor (Düşünüyor değil inanıyor diyorum). Bazıları ise her durumda her şeyi güllük gülistanlık görmeyi/göstermeyi  tercih ediyor. Sırf bu nedenle, sonraki paragraflarda yazdıklarımı okuyunca bazı okurlar bana kızacak.
Ben pek çok alanda ekonomide son yıllarda atılan adımların yerinde olduğunu, ama cari açığın da bütün bunları gölgeleyebilecek kadar yüksek boyuta ulaştığını,  sürdürülmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama gördüğüm başka bir şey de, yüksek düzeye ulaşmış olsa da, bunun yarattığı riskin ekonomimiz için kısa zamanda  realize olma ihtimalinin düşük olduğu.
Benim ne düşündüğümü bir kenara bırakalım. Merkez  Bankası da, hükümet de cari  açığı yani senin  deyiminle ürettiklerimiz ile tükettiklerimiz arasındaki negatif farkı 7-8 aydan beri ciddi bir sorun olarak görüyor. Haziran 2011 seçimlerinden hemen sonra,  daha Avrupa’da kriz iyice alevlenmeden önce, döviz kurlarının yükselmeye başlaması rastgele olmadı.  Bu hareketi ithalatı frenlemek için Merkez Bankası başlattı. Tüketicilerin kullandıkları kredilerin sınırlandırılmasına yönelik atılan adımların amacı da aynıydı.
Merkez Bankası Başkanı’nın bahsettiğin ifadesini ben bir meydan okuma değil, piyasayı yönlendirme  çabası olarak görüyorum. Sanırım buna desteklerinin bir ifadesi olarak, son bir hafta içinde Hüsnü Özyeğin,  Hamdi  Akın gibi işadamları da bu  yıl doların daha fazla yükseleceğine inanmadıklarını söylediler. İnsanların pek çoğu farkında değil ama bazı bankalar ve sermaye sahipleri son  bir ayda döviz  kurlarında oynaklık yaratarak bundan kazanç sağlama konusunda çok ısrarcı oldular. Fakat örneğin dolar kurunun  1.94’ü aşması  Türkiye ekonomisinde enflasyondan işsizliğe kadar pek çok dengeyi bozacak bir soruna neden olabilirdi.
Sen sormamışsın ama ben sorayım: “Cari açık neden 2004’te, 2009’da değil de 2011’de sorun olmaya başladı?” Asıl nedeni şu: 2008 sonunda kriz başlayıp da 2009’u tüm dünya için kayıp bir yıla dönüştürdü. 2010’da ise tüm ülkeler yeniden gaza basmaya başladı. Türkiye de bunu yaptı ve 2010’da önceki yıl kaybettiklerinin çoğunu geri aldı. 2011’de de aynı hızla büyümeye devam etti. Ancak burada ne yazık ki dememiz gereken birkaç durum belirdi.
Ne yazık ki, bizi bunu yaparken Avrupa’da kriz devam ediyordu ve bu nedenle yapabileceğimizden daha az ihracat yaptık. Ne yazık ki, nispeten sağlıklı durumumuz insanların tüketimini, fabrikaların yatırımını kamçıladı ve bu da ithalatımızı çok hızlı yükseltti. Bunu yazınca bana kızıyorlar ama sen beni anlarsın. Türkiye’de 52 bin civarında ihracatçı var. Ama ithalatçıların sayısı bundan kat kat daha fazla. Çünkü ithalat yapabilmek için hiçbir şeye ihtiyacın yok. Harcayacak paran ve harcama niyetinin olması yeterli.
Ayrıca, ülke olarak ithalatı yasaklamak, sınırlamak gibi bir hakkımız yok. Kaldı ki,  bu yapılsa bile insanlar etrafından dolaşıp yine harcamalarını yaparlar. Sen hiç rastladın mı bilmiyorum; geçen ay Fransa meclisinde yapılan ilk oylamanın hemen ertesi  günü STK’lar tarafından boykot çağrısı yapılırken, Ankara’da bir alışveriş merkezindeki ünlü ve pahalı o Fransız markasının mağazasındaki müşterilerin sayısı Zara’dakilerden az değildi.
Bazıları ısrarla buna karşı çıkıyorlar ama 2010 başından 2011 ortasına kadar TL gerçekten çok değerli seyretti. Yani daha basitçe dolar, euro kurları çok düşük seyretti. Ne yazık ki bu durum ithalatımızı daha da artırdı. Sonuçta henüz kesin olarak açıklanmamış olsa da cari açık şimdiye kadarki en yüksek düzeyine çıkmış oldu.
Diyorsun ki; “İyi de tekstil, konut ve otomotiv sanayii dışında yeni açılan ya da üretim kapasitesi artan fabrikalarla ilgili herhangi bir haberi en son ne zaman okudunuz?”
Bahsettiğin üç sektörle ilgili söyleyecek çok sözüm var ama sadece şunu söyleyeyim: Bu sektörler hakkında çok haber duymamız ülke ekonomisinin iyiliğine delalet etmez. Tersine, özellikle konut ve otomotiv sektöründeki haberlerin, reklamların bolluğunun 2011’deki cari açığımız üzerinde ciddi payları var.
Vurguladığın gibi, bizim yeni sektörlere, yeni ürünlere ihtiyacımız var. Ben Türkiye’deki üreticilerin yakında bir seçim yapacağını düşünüyorum. “Son 30 yıldır benimsediğimiz düşük maliyetli fason üretim ile mi devam edeceğiz? Yoksa, marka mı yaratacağız, yüksek katma değer mi yaratacağız?” seçimi olacak bu. Ben ikinci seçeneğe yönelenlerin sayısının az olmayacağını  düşünüyorum. İtalya’daki bir ihracatçının bir gömleği, Türkiye’de aynı işi yapan ihracatçıdan 5 kat daha pahalı fiyata sattığını biliyor muydun? Üstelik ikisi de aynı fabrikada dikiliyor. Benzer örnekler diğer sektörlerde de geçerli.
Şimdi senin gibi üç yıldız serpiyorum ve sözlerimi tamamlıyorum
*   *   *
Aydın Abi, okuduklarını dünkü sorularını cevaplamak için değil,  seni cevaplamak için yazmaya çalıştım. Aradığın babayiğit ben olmayabilirim. Ama yine de bunları gece üçten sonra yazdığımı bilmeni isterim. Babayiğit olmasam da fena sayılmam sanırım.
Neredeyse üç yıl oldu.  Seninle burada yazmak büyük mutluluk. Kime T24 desem “Aydın Engin’i ve Doğan  Akın’ı okuyorum” diyor. “Beni hiç  görmediniz mi yahu?” diyorum (ama içimden :) ). Yüzlerine karşı da şunu söylüyorum.  “Bu ülkede en solda en sağa, en yukarıdan en aşağıya herkesin mutlaka okuması gereken beş yazar var: Aydın Engin, Doğan  Akın, Tayfun Atay, Vedat Özdan ve Eliza Doolittle”. Hepinize mutlu bir yıl  dilerim.