Güneç Kıyak

22 Haziran 2019

Chernobyl: Ne kadar kurgu ne kadar gerçek!

Belgesel tadında kurgulanmış, zaman zaman gerçek ses kayıtları ve anonsların kullanılması ile gerçeklik algısı artırılmış; kurgu ile belgesel harmanlanarak çok iyi dramatize edilmiş ve tüm dünyanın ilgisini üzerine çeken bir yapım ortaya çıkmış. Bu yönüyle övgüyü gerçekten hak ediyor

Nihayet mini diziyi izleyebildim.

Dizide 26 Nisan 1986 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde yer alan Çernobil Nükleer Santrali'nde meydana gelen kaza ve sonrasında yaşananlar, çok etkileyici bir kurgu ile yansıtılmaya çalışılmış.

Medyada yer alan bilgilere göre IMDB’de 9.7 gibi tüm zamanların en yüksek puanını da almış bulunuyor. Övgüler olağanüstü.

Dizinin final bölümünde kazanın sorumlularının yargılandığı bir mahkemeyi izliyoruz.

Mahkeme salonunda 3 tanık ve 3 sanık var; salon jüri üyeleri ve Sovyet bilim insanları ile dolu.

Sanıklar: Santral müdürü, başmühendis ve başmühendis yardımcısı.

Tanıklar: Bakanlar Kurulu Başkan Vekili, Yakıt ve Enerji Bölümü başkanı Boris Shcherbina; Beyaz Rusya Nükleer Enstiüsü'nden fizikçi Ulana Khomyuk ve diğeri de Kurchatov Atom Enerjisi Enstitüsü'nden RBMK reaktörleri konusunda Uzman Profesör Valery Legasov.

Orantısız güç dedikleri şey bu olmalı, sanıklar baştan kaybetmiş olmalılar!

İlk tanık Boris Shcherbina, reaktör kazasına giden süreci jüri üyeleri ve seyircilere Amerikan filmlerinden çok tanıdık mimikler ve vücut dili eşliğinde, etkileyici bir uslup kullanarak anlatıyor. Salona bir RBMK reaktör maketi de getirilmiş. Maket üzerinden anlatılan reaktörün çalışma düzeni ve kazaya giden teknik süreç olabildiğince açık, detaylı ve etkileyici.

Kaza bir teknik testin yapılması sırasında oluyor. Shcherbina, bu testin reaktör daha işletmeye alınmadan önce yapılmış olması gerektiğini, ancak sanık sandalyesinde oturan santral müdürünün Sovyet üst yönetiminden ödül ve nişan alabilmek uğruna bu testi yapmadan, ama yapmış görünerek reaktörü devreye soktuğu iddiasında bulunuyor.

Tam bir Hollywood klasiği

Senaryoda daha önceki bölümlerde de tanık olduğumuz türde bir zayıflık, rahatsızlık veren bir kurgu hissediyorsunuz. 

Bir nükleer santralin işletmeye alınmasında tek bir santral müdürünün onayının yeterli olmadığını bu işlere biraz bulaşmış herkes bilir.

Dikta rejimi altındaki Sovyetler'de bu işler öyle oluyordur diyebilirsiniz. Diziden anladığımız kadarıyla aldıkları nefesin bile takip ve kontrol edildiği bir düzende bu mümkün mü? Belki.

Ardından diğer iki tanık da dinleniyor. Her biri, bir öncekinin bıraktığı yerden alıyor ve ders anlatır gibi sunum devam ediyor, roller iyi bölüşülmüş. Özellikle Legasov'un anlatımı teknik açıdan oldukça iyi.

Zaten Legasov'un çok kısa bir süre önce Viyana'ya gittiğini ve Sovyetler Birliği temsilcisi olarak kaza raporunu Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na sunmuş olduğunu KGB başkanının onu kutlamasından anlıyoruz.

Ve sonrası tam bir Hollywood klasiği.

Merkez Komitesi İdeolojik Uyum Komitesi başkanının oğlu; Komsomolda yani Komünist Gençlik'te öğrenci lideri; Geçmişte Komünist Parti Gençlik örgütünde yer almış, Kurchatov Enstitüsünde komünist parti sekreteri ve kısa bir süre önce Viyana'da yana yakıla kazanın insan hatası olduğunu Dünya'ya başarılı bir şekilde anlatan, ardından ödüllendirileceği bilgisini alan Legasov, nedense birdenbire hidayete eriyor ve herşeyin RBMK reaktörü kusurundan kaynaklandığını, dahası  bunun Sovyet yöneticiler tarafından bilindiğini ama bilinmesinin yasaklandığı bombasını patlatıyor.

“Bilmek” suçu!

Ve bu arada kriminal bir suç daha öğreniyoruz: "Bilmek suçu". Çünkü Legasov'un bunu bilen ve bu doğrultuda bir rapor hazırlayan bir meslekdaşı da daha önce cezalandırılmış.

Dahası da var: Legasov'a göre her şey yalan, o ana kadar kendisi de hep yalan söylemiştir. Viyana'da sunduğu rapor da yalandır. Kaza, gerçekte reaktörün tasarımından kaynaklanmakta, Sovyet yönetimi güvenlik standartlarını önemsememektedir. Kazaya yol açan nedenlerden biri kontrol çubuklarının uçlarının grafit kaplanmış olmasıdır. Ve bu yönetimin tercihidir, çünkü ucuzdur.

Özetle Sovyet yönetimi ve karar vericiler bu kazanın sorumlusudurlar.

Ardından Legasov'un bir tecrit odasına alındığını izliyoruz, bitkin görünüyor. KGB başkanının konuşmasını duyuyoruz kendisine hitaben; onu cezalandırmayacaklar çünkü aldığı radyasyon nedeniyle zaten ölmekte; görevine dönecek ama etkisiz olacak, mahkemede söylediklerini kimse bilmeyecek, çünkü mahkeme de zaten yerel bir mahkeme.

Bundan bir yıl sonra Legasov bildiklerini kasetlere okuyarak meslekdaşlarına gizlice iletecektir, evinin dışında kendisini izleyen KGB elemanlarını atlatarak. Sonrasında da kendini asarak hayatına son verecektir.

Batılı önyargısıyla Çernobil’e bakış

Şimdi burada duralım: Yukarıda bahsi geçen mahkeme, gerçekte bir kurgu. Tarihsel süreçte Legasov ve Shcherbina böyle bir mahkemede hiç bulunmamışlar ve tanıklık da yapmamışlar. Üçüncü tanık Khomyuk ise zaten bir kurgu karakter, yani gerçekte o da yok. Ama intihar ve kaset olayı gerçek, ancak kaset içerikleri dizide olduğu gibi değil.

Anlaşılan şu ki Çernobil kazası Batılı gözüyle ve önyargısıyla anlatılmaktadır.

Belgesel tadında kurgulanmış, zaman zaman gerçek ses kayıtları ve anonsların kullanılması ile gerçeklik algısı artırılmış; kurgu ile belgesel, gerçek ile değili harmanlanarak çok iyi dramatize edilmiş ve tüm dünyanın ilgisini üzerine çeken bir yapım ortaya çıkmış. Bu yönüyle övgüyü gerçekten hak ediyor.

Bizim Çernobil

Şimdi bir de kendi Çernobil’imizi hatırlayalım!..

Çayların nasıl karıştırıldığını, inkarımızı, halktan saklama çabalarını, ne yapacağımızı bilememenin getirdiği kaosu. 

Sonra ODTÜ' den üç akademisyenin tartışmaya dahil olması; daha sonrasını ise galiba unuttuk.

Sadece biz mi?

Bizden önce bulutlar İsveç'ten başlayarak Almanya, Avusturya dahil tüm doğu Avrupayı dolaştı. Beşinci günün akşamından itibaren hissedilmeye başlanan ve Trakya'dan Türkiye'ye giren radyasyon yüklü bulutlar, uçucu olmayan yüklerinin büyük bir kısmını zaten oralarda bırakmıştı.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu merkezinin Viyana'da olduğunu da bu arada hatırlatalım.

Bütün dikkatler Trakya'da yoğunlaşmışken Karadeniz gözden kaçtı, bu kez yüklü bulutlar Ukrayna'dan yola çıkıp Karadeniz üzerinden ulaştı ülkemize. Meşhur çay hikayemiz de ondan sonra başladı. Şansımıza o bulutlar da gecikerek gelmişti.

Çayların toplanma dönemi idi derken, fındıklar kâbus gibi çöktü üzerimize.

Yemesek, içmesek olmaz mıydı?

Ya da toplamasak, satmasak, imha etsek?

Söylemek kolay, uygulamak zor. Bazı önlemler de alınmadı değil; en azından Trakya'da sütlerin dağıtımı ve satımı durduruldu, süt üreticilerine peynir yapmaları önerildi, sonra bu peynirleri sanırım yedik. Ama bu peynirlerde troid kanserine yol açan ve dizide çok sözü edilen I-131 izotopu olmadığını söylemeliyim. Çünkü I-131, yarı ömrü 7 gün olan uçucu bir element ve 70 gün sonra tümüyle bozunuma uğrayarak yok oluyor. Diğerleri, yarı ömrü 29- 30 yıl dolayında olan Cs-137 ve Sr-90 izotopları; onların çok büyük bir bölümü Avrupa yolculuğu boyunca zaten oralarda kalmıştı.

Sahi oralarda son durum nedir? Araştırmalar ne diyor? Troid kanseri vakalarında bir değişim var mı?

Yani sonuçta masum değiliz, Batı da değil.

Tekrar diziye dönecek olursak, üzerinde konuşulacak daha çok şey var.

Gerçekte olmayan ama diziye eklenen kadın fizikçi profili diziden çıkarılırsa geride ne kalır diye düşünmemek elde değil.

Reaktör içinde ve dışındaki felaket sahnelerinin gerçeği yansıttığını kabul ederek dizinin hemen bazı bölümlerinde fizikle çelişen hususlar ve olası senaryolar üzerinden yapılan abartılı varsayımlar başka bir yazının konusu olacak kadar hacimli.

Masum değiliz, hiçbirimiz!

Peki bugün Dünya'daki nükleer enerji üretimi ne durumda?

31 ülkede halen çalışır durumda 450 dolayında nükleer santral bulunuyor. Dünya'nın elektrik ihtiyacının yüzde 11,7 si bu nükleer reaktörler tarafından karşılanmakta. Bunların dışında 60 tane de inşaat halinde reaktör var. Gelecek 10-20 yıl içinde yapılması planlanan reaktör sayısı 317, ama rakamlar muhtelif, daha fazla da olabilir.

En çok reaktör ABD de bulunuyor, 100 tanesi aktif, yani çalışıyor, 2 tanesi inşaat halinde. İkinci sırada 58 reaktör ile Fransa var, enerjisinin %70'i nükleer enerji ile sağlanıyor. Üçüncü ise Japonya, 48 reaktör. Fukuşima kazasından sonra bir bölümü bakıma alındı, sırayla tekrar devreye sokuluyorlar. Fransa'nın 1, Japonya'nın inşaat halinde 2 reaktörü bulunuyor. Sırada Çin var 39 reaktör ile, 18 reaktör de inşa halinde. Rusya 37 reaktörle beşinci sırada.

Ve Ukrayna, halen 15 reaktör faaliyette ve enerjisinin yüzde 55 ini bu reaktörlerden sağlıyor. İki reaktör de inşaat halinde, gelecekte devreye girecek.

Yanlış okumadınız, Ukrayna. Tümü Çernobil'in ok atımı uzağında.

Sadece Almanya nükleer santrallerini kapatıyor. Elbette ekonomik ömürlerini tamamladıktan sonra. Kömür zengini ülke olmasının rolü var mıdır? Elbette vardır.

Son dönemde Rusya çeşitli ülkelerden reaktör siparişi alıyor. Dizi buna gönderme yapıyor olabilir mi?

Ve yıl 2019; 8 ülke nükleer silah sahibi. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) eski başkanı Baradei'in deyimiyle 40 ülke nükleer silah yapma kapasitesine sahip.

Daha çok şey var yazılacak, söylenecek ama "Masum değil, hiçbirisi!" diyelim ve burada bitirelim.

Şimdilik!..

Kaynaklar: