Isaac Newton, Philosophia Naturalis Principia Mathematica adlı kitabında, kuvvet ile hareket arasındaki ilişkiyi 3 temel yasa ile açıklar.
Gezegenlerin neden Güneş etrafındaki yörüngelerinden ayrılmadığını, fren yapan bir otomobilin içinde neden öne doğru savrulduğumuzu veya cisimlerin neden düştüğünü bu temel yasalar yardımı ile anlayabildik.
Bu üç yasanın sosyal yaşamımızda da karşılıkları var.
Örneğin Newton'un 3. yasası der ki; bir cisme kuvvet uyguladığınızda, cisim de size aynı büyüklükte ve zıt yönde bir kuvvet uygular.
Sizin uyguladığınıza etki, size uygulanana da tepki deniyor.
Örnek verecek olursak; elinizi duvara vurduğunuzda elinizin acıması, duvarın size uyguladığı tepki nedeniyledir.
Etki-tepki kuvvetleri büyüklük olarak eşit ancak ters yönlüdürler, bununla birlikte her zaman birbirlerini dengelemezler. Yani orantılı olmayabilirler.
Orantısız güç kavramı da buradan geliyor olmalı.
Etki-tepki olgusu sosyal yaşamımızda da tanıdık bir kavram.
Biliyoruz ki her etki beraberinde mutlaka bir tepki doğurur. İletişim boyutunda edindiğimiz birçok deneyim, Newton'un 3. yasasının bir karşılığıdır dersek abartmış olur muyuz?
Birinci yasa - Eylemsizlik
Newton'un birinci yasası, "eylemsizlik yasası" olarak bilinir. Günlük terminolojimizde eylemsizlik yerine devinimsizlik, tembellik, çalışmadan oturma, gevşeklik, uyuşukluk anlamında olarak "atalet" karşılığı da kullanılmakta.
Yasa der ki: Bir kuvvet etki etmedikçe cisimler konumlarını koruma eğilimindedirler. Duruyorsa durağan halini korur; sabit hızla hareket halinde ise aynı hızla hareketine devam eder.
Eylemsizlik (atalet), bu anlamda değişime karşı gösterilen direncin karşılığıdır.
Örneğin, yüksek hızla seyreden bir otomobil ani fren yaptığında sürücünün hareketi sürdürmeye çalışması sonucu savrulması onun ataletinden kaynaklanır. Aynı deneyimi virajlı yolları alırken de hissederiz.
Bu yasanın da sosyal yaşamda bir karşılığı bulunuyor.
Toplumların, ülkelerin ve insanların da ataletleri vardır. Değişimlere ve yeniliklere direnme, tepkisizlik, ayak uydurma esnekliğinin yoksunluğu ya da uyum kapasitesizliği de diyebilirsiniz.
Ağır ve hantal sistemler değişime direnirler, yenilikleri sindirme kapasiteleri zayıf ve karar alma mekanizmaları ağırdır, zamanında harekete geçmekte zorlanırlar. Yani ataletleri büyüktür.
Gezegenimiz son dönemde olağanüstü bir süreçten geçiyor. Küresel ısınma ve son olarak da korona salgını ile ülkelerin ataletleri ve karar verme refleksleri test edilmekte.
Karar alma süreçlerini geciktiren ülkelerin salgından en fazla etkilenenler olduğunu görüyoruz.
Uzakdoğu ülkeleri toparlanmada fark yarattılar. Singapur ve Güney Kore en iyi örnekler olarak öne çıkıyor. Batılı bazı ülkelerin salgın riskini değerlendirmede zorlandıkları görüldü. ABD, İtalya ve İspanya için sınıfta kaldı diyebiliriz.
Hareket kabiliyeti olan bazı batılı ülkeler çabuk toparlandılar ve karar alma süreçlerini işleterek çözüm üretme yoluna gittiler. Hindistan beklenmedik bir refleks göstererek kararlı tavırla 21 gün süreyle tüm ülkeyi karantina altına aldı. İran ise çok önceden sınıfta kalmıştı.
Bize gelince; önlemlerde 65 yaş üstü nüfus öncelikli görünüyor, tüm hastaneler pandemi hastanesi olarak hazırlandı, hal ve gidişi ise zaman gösterecek!
İkinci yasa - İvmeli hareket
İkinci yasa, bir kuvvet uygulandığında sistemlerin ivmeli hareket yapacağını söyler. Yani, duruyorsa harekete geçer, hareket halinde ise kuvvetin niteliğine göre hızlanır ya da yavaşlar.
Bunun sosyal karşılığı ne olur derseniz: Bir sistemi harekete geçirmek, onu geliştirmek ve ivme kazandırmak için güç ve enerji harcamanız gerekecek demektir, emek vermek demektir.
Cumhuriyetin ilk yıllarını bu anlamda değerlendirmek gerekirse, yeni kurulmuş bir sistemi harekete geçirmek ve hız kazandırmak için ne denli çaba gerektiğini anlamak çok zor değil.
Genç Cumhuriyetin, gençliğinin ve vizyonerlerinin ona sağladığı geniş hareket yeteneği ile zaman geçirmeden eğitim, sağlık, sanayi, tarım, ekonomi, yönetim vs alanlarda ivme kazanarak geliştiğini ve büyüdüğünü görüyoruz.
Sağlık alanında en önemli adımlardan biri 1928 yılında kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü; amaç enfeksiyon hastalıklarıyla mücadele etmek ve toplum sağlığını geliştirmek.
İlk olarak, 1931 yılında BCG aşısı üretimine başlanıyor. Ardından kuduz ve çiçek aşıları üretiliyor. 1935 yılında, farmakoloji birimi kurularak yerli ve yabancı ilaçlar ile diğer sağlıkla ilintili maddelerin kontrolüne geçiliyor. Bu arada difteri, tetanoz aşısı ve serum üretimi gerçekleştiriliyor.
Bu süreçte Atatürk hayatta.
Atatürk sonrasında da çalışmalar hız kazanarak sürüyor. 1942 yılında tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi, 1948 yılında boğmaca aşısı üretimi başlatılıyor. Dünya Sağlık Örgütü tarafından "Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi" olarak tanınan enstitü, influenza aşısı üretimine geçiyor ve 1951 yılında antibiyotiklerin ve bazı vitaminlerin kalite kontrolüne başlıyor.
Ancak, zaman içinde çalışmalar yavaşlıyor, belli ki itici güç azalmış. 1999'a gelindiğinde maliyeti yüksek olduğu gerekçesi ile aşı üretim tesisleri kapatılıyor ve zamanla faaliyetleri azalan enstitü, 2011 yılında Halk Sağlığı Kurumu'na devrediliyor.
2011'den bu yana aşı ihtiyacı ithal edilerek karşılanıyormuş.
Son dönemlerde ve özellikle küresel Koronavirüs travması sonucu aşı üretimi için yeniden harekete geçileceği belirtiliyor, yani sil baştan.
Biliyorsunuz, kamuda görev değişimleri bir "bayrak yarışı" olarak tanımlanır.
Bayrak yarışlarında, bayrağı devredecek olan yavaşlamaz, bayrağı alacak olan hızlanır ve yeterli hız kazandıktan sonra bayrağı alarak ileriye doğru ivmelenerek koşuyu sürdürür. Yavaşlama, özellikle durarak yeniden harekete geçiş, yarışın kesinlikle kaybedilmesi demektir.
Bugün yaşanılan küresel ölçekli Koronavirüs olgusu karşısında yaşananlar ve faaliyeti durdurulmuş bir enstitünün yeniden oluşturulma çabası, kaybedilmiş bir bayrak yarışını anımsatmaktadır.
Yapılmasın mı?
Elbette yapılsın, ama yüz yıllık bir emeğin telafisinin ve küresel ölçekte rekabet etme gücüne kavuşturulmasının bedeli ne olur dersiniz?
Newton'un ikinci yasası, bunun bedelinin çok büyük olduğunu söylüyor!