Gündüz Vassaf

23 Ocak 2025

Memo

Eminim seni tanımayanlar resmine bakıp seni de parçalayacaklar, o parçalarla hangi aitlik peşinde olduğunu peşine düşecek, farklı ülkelerde yaşamına bakıp göçmenlikle ilgili kim bilir neler söyleyecekler. Senin bütünlüğünde bir insanla az tanıştım, kutularında yorumlayıp yaşam coşkunu resimlerinde göremeyecek olanlara üzülüyorum

Mehmet’le saçımız 30’lu yaşlarımızda dökülmeye başladığında, kiminki daha çok kalmıştır diye kafalarımızı yan yana tokuşturup fotoğraf çektirirdik. Kelliği hak ettiğimizde konu kimin önce öleceği esprisine dönüşmüştü. Şimdiyse onu kelimelerle arama yoluna çıkmak, bana can veriyor.

Mehmet Nâzım ve Gündüz Vassaf

Bu yazıya başlamadan bir iki saat önce Floransa’da Elizabth Browning, Frances Trollope gibi şairlerin olduğu İngiliz mezarlığındaydım. Mehmet’in gençliğinde şiir yazdığını biliyoruz, sonrası?

Kalanları yaktı mı? Babasının şiirleriyle karşılaştırmaya çıkacak aklıevveller olur diye vazgeçmiş olabilir. Kimbilir, onlar da bir gün resimleri gibi karşımıza çıkar. Neyse ki, babası gibi resim yapmaya özeniyor diyen meraklılar ortaya çıkmadı. Ünlü ailelerden olmak kolay değil. Arap atıymış gibi kendilerine prim çıkaran ya da onlarla görünmeye özenenler çok. Mehmet ve annesi Paris’te yaşadıkları gurbet yıllarında yaşamlarını titizlikle korudu, nadir dostluklarıysa yıllarca sürdü.

Bizim beraberliğimiz Paris’te başladı. Nâzım Hikmet’in Türkiye’den ayrıldığı gecesine, sonrada Sovyetler Birliği’nde ölümüne kadar birliktelikleri süren dayım Zekeriya Sertel Fransa‘ya yeni iltica etmişti. Tam da o sürede Mehmet'le annesi de Lehistan’dan Fransa’ya siyasi mülteci statüsüyle gelmiş, Mehmet sevgilisi Eva’dan yeni ayrılmıştı. Tanışmamız dayımın evinde oldu, rüyalarımda bugün de süregeliyor buluşmalarımız. Şimdi yazdıklarımı canlı yayın yaparcasına anlatıyorum. İngiliz mezarlığından çıktığımdan beri Mehmet’le Floransa sokaklarında dolaşıyormuşcasına konuşuyor, telefonuma sesli kayıtlarla onu anıyorum.

Kuş, balık, tavşan gibi doğal ortamlarından sürgünde evcil hayvanları satan bir mağazanın önünden geçmeye yakın olsaydık kaldırım değiştirir, Avrupa'ya ulaşamadan boğulan Afrikalıları düşünerek de Akdeniz balıkları yemezdi. Yeni Gine‘ye, adı kuş cenneti anlamında Uruguay’a, Manyas’a hiç gitmedi. Hep şaşmışımdır, son yıllarında tropical renklerinin şöleninde o kuş portrelerini nasıl da bu kadar canlı yapabildiğine. Fransa’da polisin 19. yüzyılda cürümlülerin vesikalık gibi çektiği ilk fotoğraflardan yaptığın portrelerse tutukluluk hallerine bir başka gönderme. 

Bir kaç aylık özel kurslarda okumaya gelmiş ABD’li kızlar yanımdan geçti. Yaşamı hızla tüketmelerinin heyecanında birbirlerini dinlemeden konuşuyor, Floransa’nın 400 yılda oluşmuş sanat tarihinden ne anlayacaklar bilemiyorum. Paris’i dolaşmak isteyen üç Amerikalı kızla sen de şehrin kültür rehberliğine soyunmuş, sabah iki üçe kadar sokakları turlamış, farklı noktalarda durduğumuzda heykellerin, müzelerin, meydanların, havuzların tarihini ayrıntılarıyla yaşarcasına canlandırmış , ancak gecenin sonuna doğru Eyfel’i gördüklerinde kızlar, ‘’İşte Paris!’’ diye heyecanlanmışlardı. Tam da şimdi karşımızda kızın göğsünde kocaman harflerle Paris yazılı cekete anlam atfeder miydin? Etmesen de tanıklık ettiğin gerçek üstü anlardan birinden kurtulurmuşcasına anlatmaya koyular, bu tür tesadüflerden ürkerdin. Cebinden nazar boncuğu çıkarıp tanımadığın birine hediye ettiğini hatırlıyorum.

San Marco Müzesi. Eski manastır. Rahiplerin hücrelerinde Fra Angelico’nun freskleri. Sana çağdaş keşiş denilebilir mi? Yaşamayı seçtiğin evlerin, pek kimsenin yolunun düşmeyeceği, inzivaya çekildiği yerler. Yoksa bu kadar çok resmi nasıl yapabilirdin Mehmet? Onlarca yıl sergi açmadın, yaptıklarını, dostlarına, sevdiklerine hediye ettin. Bellek öyle bir şey, ama sanki Osmanlı padişahlarının portrelerini yapmıştın. Dünyada, belki bir tek burada Uffizi’nin koridorlarının üst kısmında, gözle seçilmesi zor yerlerde benzerleri. Peygamber portreleri yaptığını söylediğini yanlış mı hatırlıyorum. Ya da Batı Almanya’da yıllar önce Liesborn Müzesi'nde katıldığın karma sergi için yaptıklarını kaç kişi görmüştür? Sergiden sonra sen Fransa’ya dönmüş, resimleri indirmem için beni müzeden çağırdıklarında sana, ‘’Ne yapayım?’’ diye sorduğumda, ‘’Hepsi oğlunun olsun, kötü resim görsün ki, belki ileride iyisini anlar,’’ demiştin. Yaptığın son resim, çarmıha gerilmiş devasa sekiz metrelik İsa, San Marco manastırına yakışır. Arzun Fransa’da bir kiliseye konmasıydı. Umarım olur. Bir yaz gecesi İstanbul’dan gelen arkadaşlarınla Creuz’de sana gittiğimizde, bizi arkana katıp, ‘’Bakın size ne göstereceğim,’’ demiş, Ali Güreli, süreci hepimiz adına telefonuyla kaydederken, toprak yoldan atölye olarak kullandığın ineklerin ahırına gitmiş, sen resminin örtüsünü kaldırıp sahne sahne anlatmıştın. Müthiş bir kayıt, görünmeye değer, bir türlü kısmet olmadı.

Mehmet Nâzım'ın Gündüz Vassaf portresi

Piazza San Giovanni’de Duomo Meydanına doğru yavaş yavaş yürüyoruz. Şimdiye kadar kim bilir peş peşe kaç sigara yakmıştın. Yarın Milano’da arkadaşlarımızın yanına, seni ve anneni Türkiye’den kaçırılanlarla, yani Türkiye’deki dostlarla birlikte kendimizi ‘’famiglia’’ bellediğimiz, Paolo, Dottore, Michele, Andrea, Chimo ve Francesca’nın yanına gideceğim. Hayatta olsaydın da belki gelmek istemezdin. 2025 yılbaşından beri Milano sokaklarında sigara içmek yasak. ‘’Buraya da faşizm gelmiş,’’ der, gelmeyi protesto ederdin.

Tramvay raylarından geçtim. Amsterdam’da bir gece sana bisiklete binme yasağı konduğunu kim bilir? Arkadaşımızın çocuklarının bisikletleriyle dolaşırken sen raylara takılıp düşünce, kadın polis yanına gelip üzüldüğünü söylemiş, içkili halimizden kuşkulu, ‘’Dikkat edin,’’ ikazından 20 dakika sonra da başka yerde tekrar düştüğünü görünce, ‘’Artık bu şehirde bisiklete binemezsin,’’ demişti.

ABD’de Kent State Üniversitesi’nin Floransa’daki binasının önünden geçtim. ‘68 yılında Vietnam Savaşı'nı protesto eden öğrencilerden dördü üniversitenin yerleşkesinden asker tarafından adeta kurşuna dizilmişti. Senle birlikte katıldığımız bir protesto ise Polonya’da işçi devletine karşı ayaklanan işçi sendikalarını susturmak için sıkı yönetim ilan eden Jaruzelski cuntasına karşı Paris’te yürüyüş idi. Balkonlarından bizleri alkışlayan körler okulunun öğrencilerinden çok duygulanmıştık. Yürüyüşün sonunda Concorde Meydanı’nında toplanıldığında herkes grubunun flaması, bayrağı, altında, bizse hiç birine ait olmamanın huzurundayken, üstümüzde sopanın ucunda sallanan siyah bayrağı annen görünce, anarşistlerle yürümüş olduğumuzun farkına varmıştık. İnsan hakları ve toplumsal eşitliğe inancımızda sen, annen, ne de ben taraf tutup bayrağı olanlardan değildik. Türkiye’den uzak büyümüş olmamızla memlekete içerden olduğu kadar dışarıdan da bakabiliyorduk. Uffizi önünden geçiyorum, burada üç Caravaggio var. Sevdiğimiz ressamları, hangi müzede hangi resimlerinin olduklarıyla takip ederiz. Sen de Sicilya’dayken, Caravaggio’nun ‘’Santa Lucia’nın Gömülüşü’’ resmine merakıma şaşırmış, bula bula adamın tek kötü resminin karşısına dikildin diye. Tabii bilemeyecektin, 15 yıl sonra yazdığım ‘’Ressamın İsyanı’’ kitabımı sana ithaf ettiğimi. Uffizi’de senin de resimlerin olur mu? ‘’Bir gün Nâzım Hikmet, Mehmet’in babası olarak da tanıncak,’’ dediğimi hatırlıyorum. Neden olmasın? İyi resim nasıl tanımlanır, kıstasları çok. Ünlü ressamların müzelerde işlerinin, taa uzaktan ilk bakışta seçilebildikleri gibi, senin eserlerin de öyle. Resimlerini bir defa görünce unutamazsın. Demin sözünü ettiğim Almanya’daki serginde onları asmak üzere paketlerinden çıkarırken, müze müdürü yanımıza gelmiş, Almanca bildiğimden bana, ‘’Yolladığı fotoğraflar resimlerden daha güzeldi,’’ deyince, sergi öncesi moralini bozmak pahasına tercümanlık iktidarımı kullanmayıp söylenenleri sana aktarınca, ‘’Çocuklar,’’ demiş, ‘’adama söyleyin fotoğraflarını assın, resimleri paketliyoruz,!’’ Müdürün şaşırmasından anlaşıldı, resimlerini, unutulamaz dediği fotoğraflardan da güzel bulduğunu söylemek istiyormuş.

Şimdi Floransa sokaklarında yürürken, Varşova’dan ilk Paris’e geldiğinde de ikimizi sık sık dolaştıran, Türkiye girmesi yasaklı, ‘80’lik delikanlı dayım Zekeriya Sertel olmuştu. Birinci Dünya Savaşı çıkmadan Sorbonne’da hukuk okumuş, Cumhuriyet’in kuruluşuna Atatürk’ün Basın Yayın Müdürü olarak tanıklık etmiş, Milli Şef İnönü rejimince yıktırılana kadar Tan gazetesiyle ülkede demokrasinin sözcülüğünü yapmıştı. Üçümüzün sohbetlerimizde ben dayımın Türkiye ve Sovyetler Birliği’nde siyasi yaşantıyla ilgilenir, Türk solunun sorunları ve sosyalizmin yol arayışlarını sorarken, sen benim tersime, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında günlük hayatı merak eder, sofraların edebini, nasıl oturulup neler konuşulduğuyla, yemekler, kıyafetler, müzik ve Türkçe’nin kullanışıyla ilgilenirdin. O günleri çokten geride bırakmış dayımsa ikimizi sorularımızdan uzaklaştırır, Paris’te sanatta, mimaride ve teknolojide yeniliklere dikkatimizi çekerdi. Daha yeni açılmış Pompidou kültür merkezindeydik. Dayım, yeniyi över, ‘’Renzo Piano nasıl da ustalıkla binanın bağırsaklarını dışarı çıkarmış’’ diyerek Beauborg’un o renkli borularını gösterirken, sen şehrin bu eski semtinde Paris mimarisinin ruhuna ters düşen modernizmin uçukluğunu eleştirmiştin.

Sonralar, gerçek anlamda yoldaşlığımız başladı. Birlikte olduğun Dominique ile git gelli ilişkilerinden seni zaman zaman uzaklaştıran Cancale, Menerbes ve St. Malo ev/atölye arayışlarında boydan boya Fransayı katederken, Godot peşinde Estragon ve Vladimir’den pek farkımız yoktu. Floransa’da tiyatroda oyunu görmeye gidenlerse, bizim gerçekten Godot’nun kim olduğunu bildiğimizden haliyle bihaber. Menerbes’de bağ evini bize kiralayan emlakçı, akşam sofrada Beckett’in Nazi işgalinde Paris’ten kaçtığında yakınımızda Roussilion’a yerleştiğini, arkadaşlarından dört gözle beklediği mektupların köye arada sırada Apt’tan otobüsle geldiğini, şoförün adınınsa Mösyö Godot olduğunu söylemişti.

Paris'te ilk yıllarımızda yakından da yakın arkadaşın Hilda Yosmayan da aramıza katılırdı. Sen yağlı boyanın hazırlanmasını, tualin gerilmesini, malzemelerin nerede satıldığını bilmezken, bir tür öğretmenin demeyeyim de resim yoldaşın olmuş, seni galerilere, müzelere götürmüş, şehrin resim âlemiyle tanıştırmıştı. Mehmet Güleryüz, Komet, Utku Varlık, Bedri Rahmi atölyesinden mezun Hilda’nın sınıf arkadaşlarıydı. Sade resim mi? Hilda mezeleriyle ileride senin özellikle çerkez tavuğu yapmanda ustalaşacağın sofralarının yolunu da açmıştı. Bir kısmı Palette’de toplanmayı adet edinenlerin, Selim Turan, Avni Arbaş, Hakkı Anlı’nın arasına pek karışmazken, Bulvar Raspail’dan komşuların Sinan Bıçakcıoğlu, Mübin, Komet ve Mehmet İleri’yle müdavimi olduğunuz Café Gymnase ise sizler için bir tür kıraathaneydi.

Floransa’da kebapçı bulmamız zor. Strasbourg St. Denis’deyse işçi göçüyle Türkiye’den gelen çoğu tekstil çalışanlarının kebapçılarıydı asıl senin Türkiye insanıyla tanışmana vesile olan. Garsonlarla sohbetlerinde, Türkiye’den hiç yurtdışına çıkmamış gibiyken, onlarla argo konuşur, ahbaplık kurar, hasretini çektiğin Türkiye’nin nabzını tutardın.

Paris’teyken annenle yaşadığın Bulvar Lannes’da ilk evinizden sonra Montparnasse’da Raspail ve Montrouge’da evlerinize, Türkiye’den gelip te kapınızı çalıp, ülkeye döndüklerinde de "Nâzım Hikmet’in eşini ve oğlunu gördüm,’’ demek isteyenlerden kimler kimler vardı bucak bucak kaçtıklarınız. Güllü Aybar, Fatma Baştımar gibi akrabaların, Faruk Sade, Ali Güreli, Zeynep Irgat ve bir ara Mustafa Irgat gibi yakınlarındı evinizde memleket havasını estiren. Nâzım Hikmet’in Moskova’da öldükten sonra bir tür müzeye dönüşen evinde kalabilmek için mekanın kapılarını ardına kadar açan son eşi Vera, Sovyetler Birliğine seyahatin de kolaylaşmasıyla, Türkiye’den gelenleri orada karşılamış, Nâzım Hikmet’i sergilercesine bol bol anlatmıştı. Münevver Hanımsa Nâzım Hikmet’e bağlılığını, başta ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları,’’ eserlerini çevirmekle sahip çıkmış, Türkçe edebiyatına katkısını Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk çevirerek sürdürmüş, çevirisi nedeniyle aldığı ödül Orhan’ın dünyaya açılmasını sağlamıştı. Bu dönem Nâzım Hikmet’in korsan baskıları ve Adam yayınlarıyla Nazar Büyüm’ den, baştan savma telif ödemlerine rağmen kıt kanaat geçinip resmine inanan annen, vakurluğunun sessizliğinde sana sahip çıkmıştı. Acı, ayıp gerçekler. Türkiye’de seni tanımayıp adını Mehmet’ten Memet’e değiştiren Mehmet Fuat’ı babanın oğlu diye sahiplenenler, komünist olmadığından seni babana yakıştıramayanlar gibi.

Senin için otodidakt, yani eğitimsiz, ne öğrendiyse kendi kendine öğrendi diyenlereyse katılmak mümkün değil. Tıbbiye mezunu nasıl doktor oluyorsa, resim okulları mezunlarının da sanatçı, edebiyat fakülteleri mezunlarının da yazar, şair olması gerekirdi. Onlar için resmiyet kıskacında yaratıcılıklarını yitirenler demek daha doğru. Paris’te dostların Komet, Mehmet Güleryüz, Utku, Alaattin gibi gençlerin akademide kolay ayırt edilemeyen resimlerine bakın, sonra Fransa’da kendi dillerini nasıl geliştirdiklerine. Sen de daha baştan kendi dilini geliştirdin. Otodidakt deyimi düzenden pay alanların yakıştırması. Resminin arkasında yatan kültürün, dinlere, tarihe, edebiyata hakimiyetin, sofra adabın, bir çok dile aşinalığın, evlerinin kimliğine yakışır nesne seçimin, özgünlüğünün ifadesi.

Sanat eleştirmenlerinin moda olan psikolojik yorumlarına gülerdik. Eminim seni tanımayanlar resmine bakıp seni de parçalayacaklar, o parçalarla hangi aitlik peşinde olduğunu peşine düşecek, farklı ülkelerde yaşamına bakıp göçmenlikle ilgili kim bilir neler söyleyecekler. Senin bütünlüğünde bir insanla az tanıştım, kutularında yorumlayıp yaşam coşkunu resimlerinde göremeyecek olanlara üzülüyorum. Seni biraz tanımak istiyorlarsa adresleri Sibel Oral’ın ‘’İşitiyor musun Memet’’ adlı biyografi türü denemesi.

Resim ona bakanındır, ressamı yorumlayanın değil.

Sanat dünyasına ne mutlu. Annenin, Faruk’a Türkiye dönünce galeri açması önerisi, Fulya ve Sera’nın da bu rüyaya katılmasıyla şimdi Siyah Beyaz’da serginle gün ışığına çıkıyor.

Uzunca bir yürüyüşten sonra eve vardık. Sıra vakt-i kerahatla birlikte akşam sofrasının kurulmasında.


Gündüz Vassaf, Mehmet (Nâzım) Hikmet’in onlarca yıl sessizliğini korunduktan sonra resimleri ilk kez Ankara Siyah Beyaz’da 24 Ocak-22 Şubat arası izlenecek sergisi dolaysıyla yazdı.

Fotoğraflar: Gündüz Vassaf arşivi