Kendi mezarını kazan kurtuluşu tanrısında arar.
Yanardağ patlar,
Aynı dağda yaşar,
Deprem sallar, tsunami taşar,
Evim burda, tanrım var.
Pandemik! Korona!
El sıkışmayın derler, cephede asker,
tapınaklar da müridler,
Tanrılarına sığınıp hadlerini bilmeyenler.
Leonardo, doğayı yeneyim dedi,
kanat taktı kuş olmayı denedi,
Armstrong, Ay’da ayak izi,
"İnsanlık için büyük adım," dedi,
He Jiankui, genlerimizi değiştirdi,
türümüzün evrimi elimize geçti;
İnsan mı tanrıyı, tanrı mı insanı derken,
İnsan insanı yarattı.
Bitki ve hayvan kromosomları kokteylinde yeni canlılar,
Gen mühendisliğinde ölümsüzlüğü arayanlar,
Yapay zeka’ya türümüzü teslim edenler,
Onca sevgi varken
Acelemiz neydi?
Soruyorum. Yoksa dünyayı getirdiğimiz bu noktadan sonra havluyu atmak yok. İnsan yok olsa dünya için daha iyi olurdu diyenler!
"Yeni kuşaklara, bedbinliğiniz, edilgenliğinizin prangasını mı takacaksınız?"
Evet, tarım toplumuna geçtiğimizden, hayvanları ehlileştirdiğimizden bu yana gezegenimize, başka canlılara kötülük yaptık. Bilmiyorduk. Masumduk. Çevremizle birlikte kendimizi de zehirlediğimize, Rachel Carson’un 1962’de yazdığı "Sessiz Bahar" kitabıyla uyanmaya başladık. Türümüz Afrika’dan çıkıp dünyaya yayılalı 100 bin yıl oldu olmadı. Emekleme çağındayız. Yunuslar, mesela, beş milyon yıldır burada.
Pandemiklerden kırılsakta yola devam kaçınılmaz. Gezegenin sağlığına sırtımızı dönmüşken, hemen dinlenmeye geçiverdi, can korkusunda türümüz kendini kollamaya başlayınca. Öğreniyoruz.
Bayraklarımızdan, dinlerimizden soyunan, düzenin oyununu oynamayarak gayri meşrulaştıran yeni kuşaklarla türümüzün tarihinde ilk kez gezegenli olmaya başladık.
Mesele iklim krizinden öte. Geriye çekilmek, dünyanın bir alanını doğaya terketmek, gezegenimizi kendi haline bırakmak, bu aşamadan sonra mümkün değil. Mümkün değil çünkü tüketim patolojimizden kurtulsakta, pisliğimiz denizlerin dibine sirayet etti. Elektirikle dünyayı aydınlattık, gece yaşayan türleri şaşırttık, denizlerin kimyasını, toprakların dokusunu değiştirdik. Dünyada dokunmadığımız yer kalmadı. Doğayı doğaya terketmek mümkün değil.
Korunacak değil kurtarılacak bir doğa var. Kelebekler bir yerde yok mu oluyor? Yaşayabilecekleri bir yere taşıyacağız. Denendi. Oluyor. Olamaz diyenler, göçmenlere karşı olanlar gibi, doğaya, başka türlere ırkçılığımızı yansıtanlar. Irkların saflığına, doğanın bekaretine inananlar. Yoksa ağaçlar, kuşlar dünyaya nasıl yayıldı? Türlerin tarihi, yeni kıtalara, iklimlere yerleşmelerinin, gittikleri yerlerde yeni ekosistemler kurmalarının tarihi. Uyanalım. Kendimize güvenelim. Geleceğimize ket vurmayalım. Doğayı şekillendirmek, evrimi yönlendirmek, yok ettiğimiz türleri canlandırarak kurtarmak bize ters geliyor, biliyorum. Ürkütmesin. Şimdiye kadar zarar verdik diye, sevgimizi beynimizi, yaratıcılığımızı hadım etmeyelim. Yapay zeka, nanoteknoloji, sentetik biyoloji… Acele etmeden, şeffaflaştırarak seferber edebilelim.
Yeni teknolojiler zaten devreye girdi. Piyasanın hırsına, buluşlarımızın sarhoşluğuna, değil, gezegenimizin duyarlılığına, evrensel ahlaka hizmet etmesi bizim elimizde.
Geçmişte hayali altın çağa özenenlerin, kutsal kitaplarında cennetten kovulmadan her şeyin güzeldi diye okuyanların inandığı, geriye dönülebilecek bir doğa yok.
Borçluyuz. Başka canlılara gezegenimize geleceğimizi borçluyuz.
Sevgimizi, yaratıcılığımızı, bilgimizi seferber etmeye mecburuz.
Doğaya karışarak zarar verdik. Gün doğaya karışarak kurtarmanın günü.