Gönenç Gürkaynak

04 Kasım 2015

Toplumun nabzını tutamamakla barışmak

İktidardan koalisyona düşen hiçbir parti, “istikrar var, ister misin” diye sormadan sandığın dediğine ikna olmaz artık

2 Kasım sabahı uyandım. Az uyumuştum. “Uyku zayıflar içindir” filan diyen birisi için bile, az. Aklıma düşünceler doluşmaya başladı. Vatandaşın ciddi bölümünün oy davranışında, kısa vadeli ekonomik kaygıların uzun vadeli sosyal eğilimlerden etkili olduğunu düşündüm önce. Sonra, uzun vadeli sosyal eğilimler sadece toplumun daha küçük bölümünde kaygı yaratıyor da olabilir, dedim. Belki vatandaşların ciddi bir bölümü bu ikisini yarıştırmıyordur bile. Kısa vadeli ekonomik kaygıların “istikrar için istikrar” yaklaşımıyla çözülemeyeceğini göremeyenler, gelinen noktadaki uzun vadeli sosyal eğilimleri de hepten kaygı verici bulmuyor olabilirler, zira.

Eğer öyle ise ama, orada bir siyasi altın madeni var demektir. Siyasette uzun vadeli normal üstü kazanım sağlayan kısma yeni girişler olmasını beklemek lazım öyleyse. 13 yıllık hükümetin sonrasında 4. defa ve % 50 oy ile seçilebiliyorsan, “normal üstü siyasi kazanım” elde ediyorsundur. Bu durumda, merkez sağa yeni girişler olması beklenir. Elbette, ne uzayıp ne kısalan kısmın yeni girişleri davet etmesi de beklenir ama asıl davetkar kısım merkez sağda görünüyor. AKP ve MHP arası oy mobilitesi de bunu göstermiyor mu? Tam bunları düşünürken, ayıldım ki artık hepten serbest piyasa düzeninde değiliz. Eskiden siyasi parti kurmanın ana maliyeti, bunun pahalılığı, itibar riskleri, türlü çirkeflikle ve klikle uğraşmak zorunda kalmak idiyse, şimdi bir de koalisyona yetecek oyu iki defa bulma gerekliliği var. Yeni bir “pazara giriş engeli” var yani. Seçmen, koalisyona yol açarsa tekrar seçime gideceğini ve o arada ülkenin yangın yerine döneceğini bilir. İktidardan koalisyona düşen hiçbir parti bir defa daha zar atıp çalkantı içindekilere “istikrar var, ister misin” diye sormadan sandığın dediğine ikna olmaz artık. Demek memlekette yönetime talip olabilmek için ya fevkalade süpürücü performans göstermek ya da seçimde koalisyona talip olmaya yetecek performansı gösterdikten sonra çalkantı dönemindeki “istikrar için istikrar” çılgınlığını da yönetebilmek gerekecektir. Özgürlük ve şeffaflık eksiği kaygılarının toplumun ciddi bölümünce paylaşılmadığı ve istikrarsızlık korkusunun ağır bastığı çok açık. Vatandaşın bu refleksini sevmek zorunda değil kimse, ama bu bir bilgi ve bunu bilmek lazım. Öyleyse, ürkütülünce çoğunluğa tutunup onu katmerlendiren bir topluma yeni lider alternatifleri ve çekici politikalar sunabilecek yapıları düşünmek lazım. 

Bunu düşününce aklım şu anda bunu yapacak siyasi parti veya lider olup olmadığına gitti. Hüzünlendim. Siyasi parti liderini sorumsuzca koltuğuna yapıştıran kanuni düzenlemelerin ve seçim barajının artık kaldırılması gereği uğradı aklıma. Çok durmadı. Eski hikaye bu. İnsan unsurunun tan kendisi gibi, bu da şu anda güç sahibi olana yarıyor.

İki seçim arasındaki yüzlerce ölüme rağmen televizyonda "kimsenin burnu kanamadan" yahut "iki bomba atıldı diye" diyenleri dinlediğim bir tuhaf seçim akşamı yaşadım ben. Bilmem sizler de aynı cümleleri yadırgadınız mı? Şimdi her iki kişiden biri “istikrar”ı en üst sıraya koyuyor diye, bu düşünceleri savalım mı aklımızdan? Ertuğrul Özkök’ün aynı tuhaf seçim akşamında “17-25 Aralık”ı genel seçim sonuçlarına göre kapatmaya karar verip yargı organını bir çırpıda yasama organı için oylamaya göre tatil ettiği gibi, siyasete dair sonuçtan kalkınarak adalete dair hükme mi varalım? Onu düşünmeye başladım, 2 Kasım sabahı. Düşüncesini diğer vatandaşların siyasi talebine dair tahminlere göre eğip bükenden kimseye fayda gelmez. Düşünür o işe girerse, kaybeden tüm toplum olur. Seçim sonuçlarına göre kendi rolünü tarif edenden kimseye hayır gelmez. Bana %49+ da %99.99 da "özgürlükçülüğün bir kıymeti yok"u öğretemez. Toplumun türlü kaygı ve tasavvurlarını iyi tahmin etmek –hatta belli ki bunu kullanmak- siyasetçinin işi.

Ama nedense gazetecisinden, hukukçusundan “aydın”ına herkes siyaset arenasında tartışmak yahut yok olmak durumunda, sanki. Nitekim, ısrarla “halkı okuyamayan aydınlar kaybetti" diyenler vardı, aynı tuhaf seçim akşamı. “Aydın” kimdir, bilemem. Ancak eğer bir aydınlanma yaşadıysa, herhalde bu onu zaten zaman zaman yalnız kalmaya da alıştırmıştır. Vatandaşı okumak siyasetçinin işiyken ve aydınlanmasına dair fikir üreten herkese “siyaset yapma” diye tepki gösterilirken, “aydın” olduğu düşünülen kişi neden “halkı okuyamadığı için” kaybetsin ki. Halktan bir alacağı mı varmış? Bana güç verin, hükmedeceğim, demekte miymiş halka? “Aydınım” iddiasında hiç değilim ama toplumu okusam bile –ki okuyabildiğimi düşünürüm- okuduklarımın buna tüm muhalefetine rağmen umutla düşünce üretmeye devam etmekteyim. “Sana istikrar lazım” pazarlaması esnasında halktan bir talebi olan ve kazanıp kaybedebilecek olan siyasetçidir. Aydın, “halk için mi istikrar, istikrar için mi istikrar” tartışmasını açacak olsa, “yalandan başlayan iç güvenlik kaygılarının bir seçimle şıp diye bitişini marifet sayma, ekonomik büyümedeki, kalkınmadaki, refahındaki, günlük demokrasideki ilerlemeye göznü dik” dediğinde “dikmiyorum işte” diyen vatandaş nezdinde mağlubiyet yaşamaz. Toplumun büyük kesiminin önce kendisini temellerinden sarsıp sonra “istikrar var, ister misin?” diyene tutunacağını da öğrensem, 5 ayda “milli irade”nin oradan oraya devrilebileceğini de anlasam, ben doğru bildiğimi faydalı olacağını umduğum şekilde ifade ederim. Hatta bazen, faydasız olacağını bildiğim şekilde. Toplumun ne büyüklükte bir kesimi buna iştirak edecek diye kaygılanmam. Toplumdan bir şey alma derdinde değilimdir çünkü. Ancak toplumla beraber yücelebilirim, onun bir parçası olarak. Vatandaşım ben. Bunları düşündüm biraz. Ardından, teknik olarak bu seçimde ne olup bittiği berraklaştı bir süre aklımda.

Seçmenin MHP'yi veya HDP'yi cezalandırdığını değil, AKP'yi kibiri için cezalandırmaya kalkışıp 5 ayda gördüğü kaostan korkup bundan caydığını düşünüyorum. Buna bir de eli başkasına mühür basmaya gitmeyen ama çeşitli sebeplerle AKP’den de soğumuş olanların ikinci sefer çağırıldıklarında katılımları eklenince, bu seçim sonuçlarına yürümüş olduk. Herhalde “5 ayda öyle icraat yaptık ki” diyen çıkmaz. Öyleyse, bu balayı havasının da özellikle 2. ve 3. seçimlerdeki gibi olmadığında, emanet oyun daniskasının AKP’de biriktiğinde mutabıkızdır. Zaten tuhaf seçim akşamında sosyal medyada basit mukayeseli veriyle hile ima edenler, bu hususu atlamaktalardı. Özellikle de evvelce sandığa gitmeyip şimdi giden AKP'lilerin oransal yüksekliğini. İnsanların o kadar gözü dönmüştü ki, bütün gayretiyle hoplaya zıplaya istatistik ışığı fışkırtan ve çok önemli bilgiler veren Emin Çapa’ya bile saldırdılar o arada. Türkiye'de işini canla başla ve iyi yapanı savurganca harcamaya kalkışanın Türkiye'ye ne kadar zararlı olduğunu akıllarına getirmeden. Sanki şu ortamda üst düzey alın terine her an denk geliyorlarmış gibi. Toplumun kendi değerlerine nasıl sahip çıkamadığına kaydı aklım, oradan.

Sevgi, mesela. Bir değerdir. Konya’yı öncelikli olarak sarmış bir değer. Milli maçta göremedik bunu, yakınlarda. Ardından, “sevgi tohumu”ndan bahsedilen bir konuşmaya tepkilerde de göremedik. Sayın Davutoğlu tuhaf seçim akşamının sonunda Konya'daki konuşmasında sevgi tohumu ekmekten bahsederken, konuşması dinleyenlerin "vur vur inlesin" tezahüratıyla kesilmiyor muydu?  Sayın Davutoğlu'nun "birinci mesajım" deyip "sizlerin 7 Haziran'da başınızı önünüze eğmenizi isteyenler oldu" diye başlamasını mı daha çok yadırgadım yoksa “vur vur” sesleri arasındaki “sevgi tohumu” konuşmasını mı, bilemiyorum. Bunlara gitti geldi aklım.

Sonra, sonra, boş işler bunlar, diye düşündüm. İki seçim arası 5 ayda, 258 kişi öldürülmüş. 33'ü çocuk. Bu seçim sonuçlarından öğrenilecekleri arıyordum, aklım oradan oraya atlarken. Bulmuş oldum: En öncelikli değer insan sevgisi olana dek, insana zarar geldi mi akan sular durana dek, çalışmaya devam. Seçim sonuçlarından öğrendiğim bu. Eğer bu beni toplumun ciddi bölümünün nabzını tutamayan bir insan yapıyorsa, ben de üyesi olduğum toplumun ciddi bölümünün nabzı benim can damarı bildiğim yerlerde atmaya başlayana kadar köşemde öylece bekleyecek değilim. Bize öncelikle ve daima lazım olanın özgürlük, tebessüm, şeffaflık, alçak gönüllülük, ölçülülük, hakkaniyet, hesap verebilirlik, sükunet, denge ve kucaklaşma olduğu, bunlar olmadığında herşeyin içinin boşaldığı ve başka konuların dinlenemeyeceği, bir gün doğal gerçeğimiz olacak. Hepimizin ortak doğal gerçeği. O gün gelene kadar, zaman zaman vatandaşın nabzının midesinde attığı durumlar da gördüm diye, kalbini dinlemekten umut kesecek değilim. Hep beraber çalışıp düşünce üretmeye devam. Mağlubiyeti, mevcudiyetleri galibiyetlere bağlı olanlar düşünsün…