Ekşiyoruz. Hep beraber. Git gide artan bir hızla. Peşin hükümlere, pek az bilgiyle varılan kolay yargı ve etiketlere, alaycılığa, tepeden bakmaya, gözünün değdiği ne varsa hep gagalamaya meraklı, üretmeyen ve üreteni de körelten insanlar, ekşitiyor birbirini. Kimse kimseyi yüreklendirmiyor. Kimse kimsenin koluna girmiyor. Kimse kimseyi duyamıyor. Gece karanlığı birbirinden habersiz karşılıklı geçen iki geminin habersizliğindeki gibi bir huzur hali de yok bu durumumuzda. Sessizlikten duyamıyor değiliz zira. Bağırmaktan duyamıyoruz.
Bir yandan durmadan kulaklarını açıp kapayıp bir yandan da “li li li li” diye bağırarak karşısındakini “ben seni duymuyorum ki”leyen küçük çocuklar, sesleri, elleri ve kulaklarıyla ne yapıyorsa, soğukluğumuzla birbirimize bunu yapar olduk biz. Bilmemeyi, duymamayı, kendisini başkasının yerine koymamayı, gözünü belertmeyi ve ekşimeyi bilinçli olarak seçen insanlar, birbirlerini de ekşiterek toplumda çoğunluğu ele geçiriyor yavaş yavaş.
Kutuplaşmadan ve siyaset ortamından bahsetmiyorum. Şu halimizde bile istikrar aramamızda bunun etkisi büyük olsa da. Yorulmuşuzdur belki. Her gün hazmında zorlandığımız bir diğer insanlık dramıyla karşılaşmaktan dolayı. Ancak bu yazı o konuda da değil. Sebeplerde değilim bugün. Sonuçlardayım. Toplum halinde ekşimekte istikrar bulmamızın risklerinden bahsediyorum.
Tanımadığımız ve kalbini bilmediğimiz insanı bile algılarken amansızca ondan uzaklaşmış olmaktan, bu sebeple onu da ne dediğini de gönül gözüyle duyumsayamamaktan, göz açtırmayan bir iğneleme ve iğnelenme halinden bahsediyorum.
Kendi gönül gözlerini kaf dağının ardına gönderip de kaf dağının eteklerinde sert defans yapanların kendileri ve birbirleri için yarattığı riskten bahsediyorum. Somut örnek mi istediniz? Kendi Twitter hesabımda yakın tarihli bir Tweet’imde demişim ki, “Dün Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde bu dönem ilk dersimi verdim. Pırıl pırıl, kıvılcımlı, öğrenen gözler, insanı hemen şarj ediyor.” Hakikaten, 12 yıldır öğrencilerime koşa koşa gidiyorsam, öğretmek kadar öğrenmeyi sevdiğimdendir. Öğrenciden ilham ve enerji alıyorum. O heyecanla yazmışım işte. 60 kişi beğenmiş ve epey insan da retweet etmiş ama cevaplarda milli eğitim sistemine bela okuyan da var bana hesaplı bir biçimde öğrenciyi motive etmeye kalkışıp kalkışmadığımı soran da. Birisinin “mutluyum, şarj oldum” mesajına ekşiyebilen var yani. Başka somut örnek mi istediniz? Sizinle iddiaya girerim ki bu yazının başlığına bakıp “yurdumuza fıçı demiş” yahut “koskoca Türkiye Cumhuriyeti devleti küçücük mü?” veya “turşu babandır” atakları başlatacak insanlar bol olacaktır. Yazıyı okumaya bile zahmet etmeden. Kendisinin ne ürettiğine ve muhatabının çalışıp ürettiklerine, ne yönde katma değer yaratmaya çalıştığına bakmadan, salt sloganlara yatkınlığı sayesinde kendisini daha vatansever ilan edip hayali platformunun üzerinden etiketler dağıtanların sataşmaları, eksik olmayacaktır.
Artık iliklerine kadar ekşimiş bulunanların kendileri için yarattıkları risk “duymaz olmak”sa, başkası için yarattıkları risk de küsmek, sinyal vermez olmak, paylaşmamaktır. En halis halimizde, en dostça paylaşımlarımızda bile çekişmelere düşme riskinden bahsediyorum. Belerttiğiniz gözün görmeye yarayamayacak olmasından bahsediyorum. Az şey değil. Başkasından gelen kalpten sinyalleri derhal gönül gözünden uzakta tepelemeyi refleks haline getirmenin git gide marifete dönüşmesi riski, bunun böyle olacağını bilip şu yazıyı bile yazmayacak hale gelme riskiyle el eledir.
Ekşimiş ekşimiş, öylece, hareketsiz, düşünce üretmeye korkarak, duygu paylaşmaktan kaçarak, sinyal vermek istemeyerek, küskün, yan yana durmak. Ülkenin bir turşu kavanozuna dönüşmesi ve bizim de içindeki turşucuklara dönüşmemiz, diyeceğim, ama turşular bile o kavanozda birbirine değer, yaslanır. Birbirinden gelen sinyalleri bunların ne olduğuna bile kalben bakmadan fanatik bir duygu kazanında kaynatıp posasının üzerinde tepinmek yahut erişilmez bir duygusuzluk derin dondurucusuna atıp alaycılık çekiçleriyle saldırmak. Bu bizim toplumsal sanatımız olmaya başladı. Bu konuda ihtisaslaşan bireyler arttıkça onlara maruz kalanlar da gönül gözlerini kaçırmayı, derilerini kalınlaştırmayı, düşünce üretmemeyi, zinhar duygu paylaşmamayı öğrenmekteler. Fabrika ayarlarımız buna döndükçe, turşulaşıyoruz, aynı kavanozun içine girmeyi bile beceremeyerek. Bir evin ayrı köşelerinde sessiz sessiz tek başına yatan turşularız, henüz ev varken.
Twitter’daki yazışmaların çoğunluğuna baktıkça, bir çırpıda en yüksek perdeye uçup otopilota aldıkları tartışmaları ekşimişlik denizlerine çakıverenlerin marifetlerini birbiri ardınca görüp bunun artık bir savunma sanatına dönüşmeye başladığını algılıyorum. Kendisini kalbi iletişimden ve samimiyetten korumak için bu sanatı her an icra etmeyi refleks haline getirenler, ekşiten kanserojen dokunuşlarla tüm sohbetleri birer birer ele geçirebiliyorlar. Zaman zaman olduğunda, ekşimek ve ekşitmek bir marifettir. O zaman ekşi, bir tattır. Ayıltır insanı. Boyut kazandırır. Kendine getirir. Haklısı haksızı, faydalısı zararlısı olmaz. Ben severim ekşiyi. Ben sevmeseydim de, seven sever. Ancak bir tat, bir çeşit olarak zaman zaman yahut buna özgülenmiş alanlarda değil de bir ana gerçeklik olarak ekşiyi istikrarla her an her sohbette daima yaşayıp yaşatmak, asitlendirir toplumu. O asit içinde neler neler eriyerek yitip gider: Duygularını samimiyetle bırakıp emanet etme olasılığı da, birbirinin fikirleri üzerinde yükselip beraberce ileri gitme imkanı da, ortak sevgi bağı da.
Yine TEDx konuşmama dönüyoruz: Bize özgürlük ve ortak sevgi bağı lazım. İnsan sevgisi ve canlıların sevgisi lazım. Kana kana o sudan içmezsek, bu toplumsal asit ortamını değiştiremeyeceğiz. Biz onu başkalaştıramadan o bizleri başkalaştıracak. Dedemizin sırtını sıvazladığı, anneannemizin gözünün içine baktığı insandan başka insanlar olup çıkacağız. Peşin hükümlere, pek az bilgiyle varılan kolay yargı ve etiketlere, alaycılığa, tepeden bakmaya, gözünün değdiği ne varsa hep ekşitmeye meraklı, üretmeyen ve üreteni de körelten insanlar denizinde, birbirimize yüreklendirici can simitleri atmamız, ekşimiş bulunanları da sabırla kucaklamaya çalışmamız şart. Aksi halde, küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk bile olamayan bir diyarda, hep beraber eriyip yitip gideceğiz.