İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet, yoksulluk nafakası derken bir 8 Mart daha geldi. Bir ara yine kürtaj tartışırız, attığımız kahkahaya yine bir laf gelir, o saatte orada ne işimizin olduğu zaten mutlaka önümüze çıkar falan filan.
Bu “her zamanki” gündemlerimizde, kadın katillerini kadın-erkek beraberce lanetlemekte gayet iyiyiz. Saldırıya uğrayan kadınların yanında olmak insanlığın zaten en temel düzeyi. Kız çocuklarını okutmakta da yine hemfikiriz, buralarda hiçbir sorun yok.
İşte bu yüzden, bu yazının konusu bunlar değil. Kadın cinayetlerinden veya kahkaha özgürlüğünden bahsetmeyeceğiz. Farklı sorularımız olacak.
Bütün gün çalıştığımız işyerinden hatta belki feminist bir eylemden eve döndüğümüzde, çamaşırları kim asıyor?
Evde domates kalmadığını bilen kim?
Duygularını yansıtmak kimin doğasından bilinen bir – sözde – zayıflık?
İş görüşmesinde evlilik düşünüp düşünmediği kime soruluyor?
Şoförlüğü sırf cinsiyeti sebebiyle sorgulanan bir erkek tanıyor musunuz?
Pek çok erkek için, bir erkek olarak eşitlikten bahsetmenin kendisi zaten yeterli bir artı değer; ne kadar kıymetli beyler olduklarını göstermek için başka bir şey yapmalarına gerek yok. Atadan dededen kalan “evin reisi erkektir!” geleneğini kırmış görünmek veya ara sıra yemeği dışarıdan söylemeyi önermek, bu erkeklere göre tek başına bir madalya sebebi. Böyle olunca ağızlarından kaçıveren cinsiyetçi hakaretlerin hoş görülmesini de kendilerince hak etmiş oluyorlar.
Değerli beyler, kadını güçlendirmek için onu öldürmemenin yeterli olduğunu gerçekten düşünüyor musunuz? Yorgun eşinizden hizmet beklemeyince oluyor mu yani?
Kendi adıma, bu kişisel çabaları takdir etmiyor değilim. Bizden önceki nesillere göre hiçbir değişim olmadığını söylemek haksızlık olur ama bu, beylerin ara sıra bulaşık makinesi boşaltmaktan kahramanlık devşirmelerini mazur da göstermez.
Kendinizi hâlâ “kadından sorumlu” gördüğünüzü, her şeyin en doğrusunu her zaman sizin bildiğinizi, “erkeklerin hepsi aynı” denmesinden nefret ederken bin beterini bizim için dediğinizi hepimiz biliyoruz. Arkadaşımızsınız, akrabamızsınız, eşimizsiniz, işyerinde müdürümüzsünüz, iş verdiğimiz elemansınız, sizinle her gün sohbet ediyoruz, bu “bin beterleri” biz direkt sizden duyuyoruz. Çünkü şunu görmüyorsunuz: Biz sizin dünyanıza giriyor değiliz, bu yeni dünyayı hepimiz beraber inşa ediyoruz. Kendinizi hâlâ “evsahibi” görüp kadına üstten bir anlayışla yaklaşmayı kişisel gelişim sanıyorsunuz ama biz hayatımızı o üstten anlayışlara göre kuracak olsaydık, babamızın evinden ayrılmazdık zaten.
Üsttenliğin bir de korumacılık görüntüsü var. Bizim güvenliğimizden hayatımızdaki erkekler kendini şahsen sorumlu görüyor ve işin kötüsü, devlet de aslında bu güvenliği yine o erkeklerin şahsına emanet ediyor. Koruma kararlarının bizi hiçbir şeyden korumaması işte tam da bunun örneği. Cinsel suç faili erkeğe iyi hal, aldattığı iddia edilen kadını öldüren erkeğe haksız tahrik indirimi uygulanıp uygulanmayacağını bilmiyoruz. Öyle olunca, “ben sana değil çevreye güvenmiyorumcu” erkeklere de gün doğuyor çünkü maalesef o çevreye biz de güvenmiyoruz.
Yani bu konuda erkeklerle ters düştüğümüz nokta çevreye güvenip güvenmemek değil. Fakat erkeğin korumacılığının altında yatan tek şey de zaten bu değil. Başka bir erkek bizi rahatsız ettiğinde, hayatımızdaki erkeğin “erkeklik alanını” da ihlal etmiş oluyor. “Sen benim bacıma nasıl yan gözle bakarsın!” diye başlayan kavganın asıl sebebi herhangi bir kadına değil, bunu diyen erkeğin bacısına yan gözle bakmış olmak.
Tam burada çok sinir bozucu bir alana giriş yapıyoruz: Mevzu “ana bacı” olmayınca, yani o erkeklik alanı tehdit edilmedikçe, bir erkeğin hangi kadına ne yaptığı diğer erkeklerin çok da umurunda değil. Buradan hareketle, kadın dayanışması bir varoluş çabasıyken erkek dayanışması “hanım duymasından” ibaret.
Erkekler, açık açık cinsiyetçilik yapan, ilişkide tahakküm kuran, boşanırken kadının yasal hakkını dahi vermemeye çalışan, korumacılık bahanesiyle zorbalık eden, kendi imkânlarını hayatındaki kadından bile isteye esirgeyen, hatta belki kadına karşı suç işleyen yakınlarına bile daima destek oluyor. Kabahat çok büyükse belki açıktan destek olmuyor ama karşısında da durmuyor. Hiçbir erkek, yakın çevresindeki hiçbir erkeği mesela nafaka ödememekten eleştirmiyor. Ama odadaki fil, biz gözümüzü kapatınca kaybolmuyor.
Bu “hanım duymasıncı” beylerin başka bir özelliği, hemen hepsinin toplumsal konularda sözünün bulunması. Örneğin gelir adaletsizliğinden konuşurken bir bakıyorsunuz, söz dünyanın en akıllı kişisi olan erkeğin bize yol göstermesine varmış. Bununla mücadele için ne yapmalıyız, nasıl davranmalıyız, nasıl bir kariyer düşünebiliriz… Sorduk çünkü…
Maruz kaldığımız bir cinsiyetçiliği anlatıyoruz diyelim, beyefendi daha bizim sözümüz bitmeden bu konuda uzun analizler yapıp başka tezahürlerini anlatmaya başlıyor. Burada bizden beklenen cevap ne, “Erkek halinle bir kadınlık tecrübesi aktarabildiğine göre çok bilge bir insansın ve sana minnettarım” falan mı demeliyiz? Biz bu kadar yılı hiçbir şey görmeden, anlamadan, bir erkek gelsin de bize anlatsın diye mi yaşadık?
Örgütlü veya çeşitli mücadele alanlarında aktif beylerde de durum çok farklı değil. Cinsiyet eşitliği mücadele kültürümüzde doğru konuma halen yerleşemediğinden, bu beylerin kafasında da yanlış yerde duruyor. Sanki diğer her şeyden bağımsız bir alanmış, başka bir mücadeleyle bağdaşamazmış veya en azından öncelik sırasında geriye düşermiş gibi düşünülüyor. Oysa cinsiyet eşitliği diğer mücadele alanlarıyla bırakın çatışmayı, o alanların içinde doğal olarak bulunur. Çünkü idealize edilen yapıların tutarlılığını doğrudan etkileyen bir husustur.
Örneğin sınıf mücadelesi yürüten yol arkadaşlarının arasında bir cinsiyet ayrımı varsa, sermayeye karşı aynı konumdaki kadınlar ve erkekler arasında bir fark gözetiliyorsa, sınıfın önce kendi içindeki ayrımları henüz çözülememiş demektir. Üretim araçları dönüp dolaşıp yine erkeklerin eline bırakılacaksa bir kadın olarak benim için değişecek olan ne? Emeğimi sömürecek olanın kimliği mi?
Benzer şekilde, etnik mücadelenin sonunda kurulacak düzende kadın yine erkeği “idare etmekle” görevli kılınacaksa, bu demektir ki kadın için değişecek şeylerin yine bir sınırı var. Eğitimini anadilinde alabilecek ama cinsiyet eşitliğine dair bir çabanın bulunmaması halinde, erkeğin gerisinde durmaya da aynı şekilde, yalnızca bu kez anadilinde devam edecek.
Kadını olduğu yerde bırakan hiçbir mücadele, günün sonunda erkeklerin kendilerini görmek istedikleri yere ulaşma çabasından fazlası olmaz. Apayrı bir dünyadan sesleniyorsa da, Cemal Gürsel’in eşi Melahat Hanım’ın bahsettiği de özünde benzer bir şeydir: “Ne komutan ne reis-i cumhur karısı oldum, ben hep mutfaktaydım.”[1]
Eğitimin bizi ayrımcılıktan uzak kılmadığının ispatlarından biri, TÜİK’in cinsiyetler arası ücret farkı istatistiği.[2] Bu fark tablodaki bütün çalışma alanlarında mevcut, öyle ki insan asgari ücretin dahi cinsiyete göre farklı ödenip ödenmediğini sorguluyor. Fakat enteresan olan, eğitim ve profesyonel bilinç arttıkça farkın azalacak yerde artıyor olması. Kırsaldaki işlerde cinsiyetler arası ücret farkının %26 olmasını “kırsala” bağlayacaksak, kadın ve erkek sanatkârlar arasındaki %24’lük farkı neyle açıklayacağız? Hizmet ve satış sektöründe çalışanlar arasındaki %10’luk farka diyelim ki bir açıklama bulduk, mesela “erkekler daha iyi eğitim almıştır belki” dedik –ki bu da ayrı bir toplumsal cinsiyet meselesi zaten. Peki aynı eğitimi almış olan kadın ve erkek profesyonel meslek mensupları arasındaki farkın %18 olmasının hikmeti nedir?
Bunun hikmeti şudur: Ücreti kurumsal bir yapıya değil de direkt kişinin kendisine ödüyorsak – doktor, avukat, terapist, esnaf, sanatçı gibi profesyonel kişiler bunlar, ya erkeklerle çalışmayı tercih ediyor ya da onlara daha fazla ödemeyi kabul ediyoruz.
Yönetici kadrosundaki farkın %6’da kalması bizi yanıltmasın. Hayatın plazalarda daha eşitlikçi olduğunu düşünmeyelim. Kadın yöneticilerin aleyhinde konuşmayı çok seven beyaz yakalılar, bütün yöneticilerin ancak beşte birinin kadın olduğu gerçeğini biraz olsun umursuyorlar mı?[3] Üzerinde 4 farklı erkek yönetici bulunan bir çalışan, işyerindeki bütün huzursuzluk tek bir kadın yöneticidenmiş gibi anlatmaktan hiç mi hicap duymuyor?
Sonra biz bu beyleri 8 Mart meydanlarında istemeyince yine onların “kalpleri kırılıyor.” Çünkü kendilerine kondurmuyorlar. Bütün bunların farkında olduğumuz, bugüne onların sayesinde değil kendi çabalarımızla geldiğimiz, bizim için gerçekten adım atmış olan erkekleri buna yine bizim sürüklediğimiz, farkında bile olmadıkları eril dillerini nispeten kat ettikleri yolun hatırına idare ettiğimiz hakikatleriyle asla yüzleşmiyorlar. Onlara göre ortada bir şeytan yok ama unutuyorlar: “Şeytanın en büyük hilesi, var olmadığına dünyayı inandırmasıdır.”
Neyse ki biz buna hiç inanmadık.
[1] Ayça Atikoğlu’nun Cumhurbaşkanı Eşleri kitabından.
[2] 2018 yılı meslek grubuna göre yıllık ortalama brüt ücret, yıllık brüt kazanç ve cinsiyetler arası ücret farkı tablosu
[3] “Kadın yönetici oranında Türkiye Avrupa’da sondan ikinci”