AKP'nin Milli Görüş geleneğinden gelen öncülü partiler Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi'nden öğrendiği ve aynen uyguladığı en önemli siyaset biçimi: "kapı kapı dolaşmak…"
Herkesin bildiği bir gerçek bu.
Gecekondu mahallelerinin 12 Eylül'den itibaren sağcılaşması, sol gettoların yavaş yavaş çözülmesi, solun, köylerden, fabrikalardan önce çekilmesi daha sonra kasabalara, kentlere bile giremez hale gelmesi…
Bütün bunlar 12 Eylül rejiminin, milliyetçi-muhafazakâr partilerin rahatlıkla siyaset yapmaları için itinayla kurguladığı zemin üzerinde gerçekleşti.
Mesele, "bir sağdan bir soldan astılar" sloganıyla eşitlenemeyecek kadar sistematikti.
Milli Görüş'ün lideri Necmettin Erbakan'ın bu zemini kullanmakta en mahir lider olduğu söylenebilir. Erdoğan'ın da Erbakan'dan bunu çok iyi öğrendiği…
Bugün, ortalama bir AKP'li bir belediye meclis üyesinin bile, çalıştığı kentte tanımadığı muhtar, tanımadığı köylü yok gibi.
Bu tabloyu Dağhan Irak, Diken'deki köşesinde net biçimde aktarıyor.
Orta Anadolu'ya, Karadeniz'e, Ege'nin bir bölümüne giremeyen başta CHP, muhalefet partileri büyük kentlerde makası açarak fark yaratmak zorunda.
Ancak bu da başarılamıyor. Erdoğan'ın, köyleri de mahalle statüsüne getirerek oluşturduğu büyük kent sınırlarında aldığı oy, İzmir ve birkaç kent dışında neredeyse muhalefet kadar.
Ve muhalefet buralarda da "Erdoğan mahallelerine" giremiyor.
Terör söylemi en çok buralarda etkili ve ülkenin kurucu partisi CHP bile buralarda "terörist" diye karşılanıyor.
12 milyona yaklaşan AKP üyeleri arasında ciddi sınıf farkları var. Ancak tepeden aşağıya doğru iktidarın nimetlerinden bir biçimde bütün üyeler yararlandırılıyor.
Muhalefet için geriye yüzer gezer tepki oyları kalıyor ancak bu oyların büyük bölümü de "muhalefet de terörle arasına mesafe koysun", "daha sağcı aday", "kazanacak aday", "bunlar beceremez yoksa veririm de…" sloganlarına sıkışmış durumda.
Muhalefetin hareket alanı AKP gibi çalışmadığı sürece dar. AKP'nin bu örgütlenme ve rant ağına "yüksek perdeden" yanıtla, pozitif kampanyalarla, anlık tepkilerle yanıt vermek güç.
Yüzde 35'e yüzde 65 sol – sağ dengesinin iyiden iyiye yerleştiği Türkiye'de, taban siyaseti yapmadığınız, karşı tarafa ulaşmayı denemediğiniz ya da bunu önceleyen bir lider bulunmadığı sürece genel seçim kazanmak da mümkün görünmüyor.
* * *
CHP'ye akıl verenler
Erdoğan'ın bu seçimde partisiyle aldığı gerçek oy yüzde 35 civarı. AKP tarihinin 2002'den bu yana en düşük oyu.
Ancak Kılıçdaroğlu'nun gerçek oyu da partisiyle aldığı yüzde 26…
AKP'nin oyları erimiş olsa da yabancı bir mahalleye gitmiyor.
CHP, belki de yapılabildiği için, hemen herkesin temel politikaları konusunda akıl verebildiği bir parti.
Parti örgütlenmesinde gece gündüz çalışan da seçimden seçime sandığa gidip oy verdiği için kendini aşırı politik hisseden de farklı partiden olup da seçimi kazanabilecek tek alternatifin CHP olduğunu gören de parti yönetimi konusunda yüksek fikirlere sahip.
Anlık gelişmelere göre tutum almasına rağmen uzun vadeli politikalarla ilgili söz hakkı bulan ve kendini aşırı politik sayan büyük bir kesim var.
Oysa, belki de klişe ama, Türkiye'de değişimi sağlamanın yolu bu aşırı politikleşmeyi ete kemiğe büründürmek.
Daraltılmak istenen sivil siyaset alanını genişletmek, bir işin ucundan tutmak… Yüzde 65'lik sağ bloğu sola çekmenin yolunun bu olduğunu da 12 Eylül öncesindeki sendikalılaşma, dernekleşme oranından biliyoruz.
Ancak benzer tespitler yapılsa da özellikle sosyal medyayı dünya sanan ve o dünyayı çok seven "kanaat önderleri", kutuplaşmış düzende daha çok kazanacağını bilenler için dün söylediğinin tam aksini söylemek daha kolay ve kendileri açısından rasyonel görünüyor.
Değişmesi bu tabloda zorunlu görünen CHP liderini değişmemekle eleştiren ancak kendisini milim değiştirmeyen bir kesim bu.
Yanılgısını zerre telafi etmeyen ve ilk dakikadan yeni akıllar veren bu kesimin yarattığı evren, bu büyük hayal kırıklığının nedenlerinden biri…
"Muhalif" medya
Elbette büyük bir güç ama mesele AKP medyası, yapabildikleri ile sınırlı değil. İyi kötü, yeterli yetersiz bir muhalefet medyası da oluşmuş durumda.
"Karşı" gördüğü tarafı yok sayacak kadar haberlere körleşmiş, aslında sadece bu kutuplaşma düzeninde varlığını sürdüreceğini bildiğinden bir yanıyla bunun devamını isteyen bir muhalif medya yapısı da var.
Çok değerli, emekçi, bütün güçlüklere rağmen haber üretmeye devam eden çok sayıda nitelikli meslektaşımız buralarda yorumculuğa "sıkıştırılmış" durumda.
Bu kurak iklimde orada söylenen üç beş cümlenin, verilen üç beş bilginin "vaha" etkisi yarattığı da bir gerçek.
Ancak haberciliğin bu kadar olmadığı da ortada.
Öz eleştiri yapması gereken kişilerin başında, bu kurumları azımsanmayacak paralar ayırarak kuran, yaşatan kadrolar da geliyor.
Gazetecilik "muhalif" sıfatıyla sürdürülecek bir aktivizm türü değil.
Bizim haber verecek mecralara, nitelikli haber programlarına, her kesime sesini duyuran araçlara ihtiyacımız var.
Muhabir çalıştıran kurumlara, haber merkezlerine, o haber merkezlerinin ürettikleri nesnel haberlere…
Eşitsizliğin herkes farkında ancak olanı biteni de görebiliyoruz.
Yankı odalarını yıkmanın bir başka yolu da yok…
* * *
HDP'nin sıkıştığı sandık ve Demirtaş'ın adımı
HEP, 1990'da kurulduğunda, iddialarından biri de Türkiyelileşmekti… Aslında öncülü yoktu ancak kurulduğu aşamada sendikacı, emekçi il ve ilçe başkanları eliyle tüm Türkiye genelinde etkin olmayı amaçlamıştı.
Devletin bu geniş siyaset alanını ve etkinlik olasılığını görmesi, güncel "yemin krizi" gibi olayların da etkisiyle harekete geçilmesine yol açtı.
HEP, kısa zamanda dönüşmek zorunda kaldı. Anadolu'nun birçok kentine giremeyen, yasaklı bir partiye dönüştü. O günden 7 Haziran'a kadar süren bir "inatlaşma" söz konusu…
Yüzde 13 oy alınan 7 Haziran seçimi, çözüm sürecinin de etkisiyle, bu çizginin en büyük başarısıydı.
Bu nedenle HDP'deki tartışmayı "şahinler ve Türkiyelileşme yanlıları" olarak özetlemek tabloyu eksik kılıyor.
7 Haziran'dan bu yana olanlar, daha da geniş zemine yayılan bir tabloda, 1990 sürecinden farklı değil.
HDP'nin ittifak ve çatı programı aslında partiyi dar bir haritaya sıkıştırma, diğer hiçbir alana çıkamama politikasına karşı bir ilaçtı.
TİP'in listelerdeki ayrılığı, bu noktada oy oranlarının, çıkartılan vekil sayısının da ötesinde bir mücadele birliğinin bozulması anlamına geliyordu ancak bu yönüyle okunmadı ya da okunmak istenilmedi. "Ayrı havuz" söyleminin sakıncası da buydu. Zira ayrı bir havuz değil, mevcutlar arasında tercih edilmek söz konusuydu ve ayrılık, ayrılığı derinleştirmek dışında sonuç üretmeyecekti. Öyle oldu.
Demirtaş'ın, "şu an için" kaydıyla siyaseti bıraktığını açıklaması, uzun soluklu tartışmaların sonucu. Parti içinde Demirtaş'ın aktif müdahalelerinin, aralıksız twitlerinin olumsuz sonuçlara yol açtığını söyleyenler uzun süredir mevcut. Mevcut yönetimin oluşmasında Demirtaş'ın bizzat karar verici olarak etkili olduğunu söyleyenler de var.
Ancak Demirtaş'ın önerilerinin dikkate alınmaması, hayata geçirilmemesi de söz konusu.
Dahası HDP'de "grup içinde grup" kuranlar, iletişim kanallarına istediklerini sokup, istemediklerini dışarıda bırakanlar bile var.
Mesele HDP açısından bundan daha büyük. Yeni siyaset araçları geliştirmeyen, buna gerek dahi duymayan, kendini anlatmakta inatlaşmayan ve sadece seçmenine güvenen bu yapının sandıkta başarısız olduğu ortada. İktidar, HDP'yi 1990'lı yıllardaki ayarlarına çekmeyi başarmış da görünüyor.
Demirtaş'ın hamlesinin HDP içerisinde değişim yaşanması amaçlı ve sonuç almak odaklı olduğunun ortada olması gibi…
* * *
Haftanın kitabı: "Yiten Bir Aşkın Şarkısı"
Aşk romanı yazılmıyor ne zamandır her romanda aşk olsa da… Eyüp Aygün Tayşir, maharetli bir yazar. İmgeleri kullanışı, kelimeleri seçişi, yapıyı kurarken tercih ettikleri, vazgeçip vazgeçmedikleri edebiyat üzerine çok emek verdiğini gösteriyor.
İletişim Yayınları'ndan çıkan son kitabı "Yiten Bir Aşkın Şarkısı", yeni nesil bir aşkı anlatıyor ancak bir tarihin izinden giderek.
Kitap, yol boyunca Tanpınar'ın "Huzur"unu kılavuz edinmiş. Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde tesadüfen başlayan bir aşkın iki insanı nasıl dönüştürdüğünü, şarkılar ve Huzur eşliğinde anlatıyor Tayşir… Bazı noktaların "anlaşılmaz" endişesiyle fazlaca vurgulanması dışında akıp gidiyor roman. Beklemediğiniz, sarsıcı bir sona doğru koşuyor. Bu yazıdakiler dahil, güncel analizlerden sıkılan, daha büyük resmi gündelik hayat üzerinden okumak isteyenler için bire bir.
Gökçer Tahincioğlu kimdir? Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı. Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü. Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor. |