Gözleri yerde, mahcup ama bıçkın hallerle bundan 15 yıl önce tanışmaya geldiğinde Yusuf’u, öykülerini, isyan ettiren ve sürekli baş kaldırdığı kaderini, hikayemizin bu kadar yarım, bu kadar eksik, bu kadar acıyla biteceğini bilmiyordum.
Yolda tesadüfen gazetecileri görmüş, onlara öyküler yazdığını, bu konuda birileriyle konuşmak istediğini söylemiş, o gazetecilerden birinin yönlendirmesiyle yanıma gelmişti.
Ne istediği belli değildi. Öykülerinin okunmasını, hazır olduğunda basılmasını istiyordu elbette ama kiminle, nasıl bağlantı kuracağını, nasıl ilerleyeceğini bilmiyordu. Acelesi yoktu, öğrenmek, çok öğrenmek istiyordu. Öğrenciydi daha…
Kalemi öylesine güçlüydü ki satırları insanın yüzüne buza kesmiş bir su gibi çarpıyordu.
Ve kendi öyküsü de buz gibiydi zaten…
* * *
Şimdilerde kentsel dönüşümle yok edilmeye çalışılan Yenidoğan ve yanı başında Çinçin’e, Ankara’da mecbur kalmayanlar uğramaz.
Başkentin ortasında belalı adamların, belalı çocukların, belalı kadınların mahalleleri.
İnanılır ki başkentin kalanında; öyle tanıdığı olmadan buralara giren, soyulmadan ya da dayak yemeden çıkamaz.
Bundan birkaç yıl öncesine kadar daha beterdi…
Polis, zırhlı araçlarla girerdi mahalleye, itfaiye mümkünse girmez, ambulans polissiz gitmezdi.
Yusuf Arslantaş, o mahallede doğdu.
* * *
Sadece “kentsel dönüşüm” söz konusu olduğunda varlığı anımsanan, görünmez gecekondulardan birinde.
Daha 11 aylıktı ki çaydanlığı döktü üzerine.
Gözkapaklarına kadar yandı.
Boğazındaki izler nedeniyle liseden sonra hiç kesmedi ince ve keskin yüzüne çok yakışan sakallarını.
Fakirliğini annesinin soluğuyla fark etti.
Annesinin hamileyken yediği dayaklardan belki, Yusuf doğduğunda bir gözü diğerinden tembeldi.
Doktor, sağlam gözü bandajla kapatmayı önerdi.
Annesi, parasızlıktan yapışkanı bitmiş bandajı yalayıp yeniden yapıştırırken gözüne, gözbebeklerinin içine vuran o ıslaklık ve ağız kokusunu, “fakirlik” diye belledi.
* * *
Babası daha o doğmadan önce ve doğduktan sonra her gece eve sarhoş geldi.
Geldiğinde, bahçede önce annesini döverdi. Yorulmamışsa, ablasını, sonra Yusuf’u. Bazen, gücü kuvveti fazla olduğunda, kendi anne ve babasını.
Babası tarafından bazen yumrukla uyandırılırdı.
Bazı babaların çocuklarını öperek uyandırdığını fark ettiğinde, canı, yediği yumruklardan daha çok acıdı.
* * *
Yenidoğan’da o zamanlar yurtsuz Romanlar, göç etmeye zorlanmış, Kürtler, fahişeler, uyuşturucu satıcıları, hırsızlar, katiller otururdu.
Sokakları karanlık ve sidik kokan, çöplerin alınmadığı, sokak lambalarının yanmadığı, çocukların üzerlerinde uçuşan yarasalarla oynaştığı sokaklara hiç bitmedi sevdası.
Büyük kuzenleri, Yusuf biraz büyüyüp, pazarda poşet sattığı yıllarda, başka mahalleden çocuklarla üzerine iddiaya girip kavga ettirdi.
Ama ağzından burnundan kan geldiği evde, üç kuruş parayla aldığı, sağdan soldan bulduğu kitapları hatmederdi.
Şiir sever, şiir sevdiğini sadece çok sevdiği arkadaşlarına duyururdu.
Ve kimsenin duymadığı sesle mırıldandığı duasını her akşam okurdu:
“Allah’ım, burada unutulup gitmeme izin verme...”
* * *
Bir gün, o serin ve Yusuf’a göre “güzel ailelerin yaz içeceklerinden birini” marketten çalmaya çalıştıklarında yakalandı.
9 yaşındaydı, elleri kelepçelenip tokatlandığında, devletin nezdinde bu mahallenin çocuklarının çocuk olmadığını anladı.
13 yaşında, komşularla ailesi girdiler birbirlerine.
Babası yaralandı, amcası cezaevine atıldı.
Aile Yenidoğan’dan Çinçin’e, daha ucuz ve belalı olabilecek tek yere taşındı.
Hep kavga etti.
Lise sonda, yine kavga edip, bu kez okuldan atıldığında Çocuk Şube’nin kapısında, evi temizlikçilikle geçindiren annesinin başkasının kirlerini temizlemekle geçen ömrü boyunca umudunu yitirmeyen gözlerindeki yaşları fark etti.
Ve büyük bir gönül yıkımı gibi utanmayı keşfetti.
* * *
Utandı ve kendine inandı Yusuf.
Önce işe girdi.
Ankara’nın en zenginlerinin yaşadığı bir sitede bahçe işleri…
Her gün o villalardan çıkıp, Çinçin’deki fakirliğe gitti.
Temizlik yaptı bazen, bazen hamallık, dershane parasını biriktirdi.
Sadece bir sene sonra, dereceyle Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi.
* * *
Çok güçlü ve bir o kadar çelimsizdi… Hastalanıp okulun ilk senesinde böbreğinin tekini kaybettiğinde bile herkesten güçlü hissetmekten vazgeçmedi.
Erken öleceğini ve başarmak için elini çabuk tutması gerektiğini hissetti.
Okulda küfretmemesi, mahallede kibar konuşmaması gerektiğini öğrendi.
Edebiyat hayatı olmuştu Yusuf’un. Şiirler, öyküler hayatı olmuştu. Çinçin’in ortasında bir varile ne bulduysa atıp yakar, topladığı bütün arkadaşları için şiir geceleri düzenlerdi.
Mahallede cinayet işlendiği bir günün gecesinde bile şiir şerhi yapmaktan vazgeçmedi.
Okul ise mahalleden farklıydı.
Sınıf arkadaşının son model arabası üzerine sohbet ettikleri akşamın ertesinde, kömür sırasında bekledi.
Kutu kutu dağıtılan yardımları eve utanarak taşıdıktan sonra geldiği fakültede, yardımların yapılış biçimi ve alanların siyasal tercihleri üzerine konuşmaları dinledi.
Yadırgamadı, öğrendi.
* * *
Annesinin Türkiye haritasını hiç görmediğini öğrendiği gün, düşündü, dinleri, milletleri, sınırları, büyük kutsalları.
Kendi deyimiyle, hep, “iktidar olamayan partileri, şampiyon olamayan takımları ve gözlerini kaçıran kızları” sevdi.
Okulu bitirdi, çalmadık kapı bırakmadığında annesini temizliğe göndermeyeceği bir iş için, hep geri çevrildi.
KPSS’den aldığı puana rağmen, alıştığı işler dışında, uzun bir süre işsiz gezdi.
Ve sonra çok hak ettiği bir işe girdi.
Devlet Arşivleri’ne…
Rüya gibiydi. Hem işe girmek hem o mahalleden çıkan ve üniversiteyi bitiren, Osmanlıcaya da hâkim bir genç olarak o kapıdan adım atmak…
* * *
Evlendi, bir yuvası vardı artık. Küçükken özendiği yuvalar gibi bir yuvası…
Bir oğlu oldu ardından… 30’larının ortalarına kadar böyle geldi.
Hayat mücadelesi sırasında öykülerini ihmal etmiş ancak vazgeçmemişti.
Ve 15 yıl önce başladığı ziyaretlerini de hiç eksiltmemişti.
“Artık yayımlansa şu öyküler abi” diyordu…
“Çalışalım hadi” dediğimde canla, başla, hevesle çalışıp, örnek öyküler seçti.
Kalemi hep görkemliydi ve eski öykülerinden de vazgeçmeyi istemiyordu.
“Önce bunlar” dedi…
Gönderdik o öyküleri SRC Yayınevi’ne… Yeni ve güçlü bir yayınevi… Yusuf merakla beklemeye başladı gelecek yanıtı.
Ve o yanıt, bir yayınevinin normal hızından çok daha hızlı bir biçimde birkaç gün önce geldi.
Elbette gözden kaçırılamayacak kadar güçlüydü kalemi, basacaklardı Yusuf’un kitabını…
* * *
Sabırla beklemesini söylediğimden beri bir süredir görüşmemiştik, heyecanla haberi vermek için aradım Yusuf’u… Yok, kapalıydı cebi…
Yıllar önce hayatını anlatmasını istemiştim Yusuf’tan… “Abi, geniş zamanda oturalım” yanıtını verip, yazmayı tercih etmişti.
Şöyle bitiyordu güzelim mektubu:
“Son olarak abicim, varoş kelimesinin diğer bir anlamı da ‘şehreküstü’ imiş. Herhalde hiçbir kelime ifade ettiği gerçeklikle bu kadar örtüşemez. Ben ki tüm uyuşturucu satıcılarının, gaspçıların, karısını döven kumarbazların, karton toplayan Çingenelerin... Kısaca Yavuz Abi’lerin, Beto’ların, Ayyaş Dursun’ların, Hırsız Bülent’lerin, Sapık Orhan’ların, Latife Abla’nın, Çingene Songül’ün, Belalı Hacer’in... ruh ve akıllarıyla; Oğuz Atay’ların, Nâzım Hikmet’lerin, Necip Fazıl’ların, Sezai Karakoç’ların, Edip Cansever’lerin, Turgut Uyar’ların, Kafka’nın, Shakespeare’in, Albert Camus’un... Ruh ve akıllarını içinde eritmiş bir sesle haykırıyorum. Biz şehre küsmedik abi küstürüldük.”
* * *
Daha otuzlarının ortasında, oğluna, eşine, işine, hayata doyamadan ölüp gidivermişti Yusuf.
Müjdeli bir haberi vermek için heyecanla aradığım günden tam 16 gün, bu yazıdan tam 18 gün önce…
Kahramanlarının erkenden öldüğü öykülerindeki gibi ölüp gidivermişti.
Mahalledeki, kaderi değişmeyen, bu ülkenin onlara çizdiği yazgının içinden çıkamayan arkadaşlarına, hayatı orada yokluğun içerisinde, unutulmuş geçenlere üzülürdü Yusuf… Çocuklara, kadınlara, gecekondulara…
Atçı Süleyman’a, Berber Zeki’ye, Beto’ya, Badland’e…
Bir başka kaderde doğsa, çoktan tanınmış bir öykücü olmuştu bile…
Ama gitmeden önce sesleri olup o insanların, öykülerini bıraktı bize…
Elveda Yusuf…
Böyle buruk, bu kadar eksik…
Selam olsun şimdi sesi olduğun varoşlara, buz kesen rüzgarlarına, karanlık sokaklarına, o sokakların hikayelerine ve çocuklarına, en çok çocuklarına…
Umalım ki bir gün güzel ve tamama ermiş öyküleriyle…
Gökçer Tahincioğlu kimdir?Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı. Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü. Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor. |