Okul arkadaşları, sosyal medya tartışmaları, soyut acılar, abartılmış davranışlar, yerli malı haftalarının paylaşıldığı akıllı telefonlar.
Berivan Karakeçili’nin yaşamında bunların hiçbiri yoktu.
Zaten bir yaşamı da olmadı.
Bir ailenin kaçıncı çocuğu olduğunu bile karıştırmak, okuyamamak, küçük yaşta çamurlar içinde çalışmak, arkadaşlarına hasret kalmak, oyuncakla oynayamamak, küçük kardeşleri için endişelenmek. Bunlar yetmez ya bir de hortum vuruverdi Berivan’ı.
Başka kimi vuracaktı?
* * *
Berivan Karakeçili, 13 yıl önce Viranşehir’in yoksul bir mahallesinde dünyaya geldi.
O mahallede boşaltılmış köylerinden kaçanlar, her yaz başkasının tarlasında çalışarak geçinen kürekçiler, genç yaşta “fazla çocuk yapın, tarlada yardımcınız olur” çaresizliğine inanıp nasıl bakacağını bilmediği çocuklarına bir çatı bulanlar ve tek oyuncakları arkadaşlıkları olan çocuklar vardı.
Yoksulluğun bütün anlamlarını bilen ve hayata geleceğin güzel günlerle dolu olduğu umuduyla değil de “bir sonraki yazı ya da kışı çıkarabilecek miyiz” düşüncesiyle bakan aileler, son senelerde ırgatlık yapamaz oldu.
Daha ucuza çalışan ve o görünmez emeklerinin üzerine bir de dışlanan mülteciler, tarlalarını satmak zorunda kalan eski aileler nedeniyle artık uzağa gitmek şart olmuştu.
Aynı mahalleden mevsimlik işçiliğe giden ailelerin telkiniyle baba Kazım Karakeçili de mevsimlik işçiliğe karar verdi.
Verdi vermesine de nasıl gidecekti, çocuklar ne olacaktı, okulları, gelecekleri?
Olmadı, geçinemiyordu. İlk iki çocuğunu okuldan zaten almıştı. Berivan ile bir büyüğünü de alması şart olmuştu.
Öğretmenleri Berivan’ın başarısını, kuvvetini, cesaretini anlattı, babanın gözünde üzüntülü çaresizliği gördü.
Berivan, ağlaya ağlaya okulu bıraktı.
Tesellisi, kardeşlerine bakabilecek olmasıydı.
Çocukluk şansları bulunmayan çocuklar öyledir. Birileri çocuklarının, çok da haklı biçimde, ayakkabı bağlayamamasını bile olağan karşılarken erken büyümüş çocuklar, çocuk bakmayı, evi temizlemeyi, yemek yapmayı, bir işte çalışmayı çabucak öğrenir.
Öğrenmenin anlamı, hayatta kalabilmektir.
* * *
Sırt çantası olmayan çocuğun fotoğrafını çektiği için öğretmenler açığa alınırken, geçinemediğini söyleyenlere hep bir ağızdan “şükret, eskiden memurlar maaşlarını alamıyordu” gibi yalanlar söylenirken, fukaralığı, açlığı, sınıfı vurgulamak “bozgunculuk ve hainlik” sayılırken, Berivan’ın okuldaki son fotoğrafı çekildi.
Bir fotoğrafı daha vardı, etmişti iki.
Akıllı telefonları olmadığından istediklerinde bakamıyorlardı, yenisini çekemiyorlardı. Ama iki tane vardı ve duruyordu bir köşede işte.
Antalya Kumluca’ya gittiler. Baba Kazım Karakeçili’nin deyimiyle, “Ev diyoruz da ahırdan beter” bir yeri kiralayıp, 10 çocuk ve anne-baba yerleştiler.
Önceden gidenlerin yardımıyla buldukları bir fabrikanın tarlasında işe girdiler.
4 çocuk, anne-baba, günlük 50-60 liraya topluyorlardı ağaçlardan; portakal, mandalina.
Berivan’ın boyu yetmiyordu uzun dallara.
Ayakları Antalya yağmurunun erittiği toprağa batıyordu.
Plastik çizmelerini o soğukta her gün yıkıyor, sonra yeniden tarlaya dönüyordu.
Gün geçtikçe öğrendi.
Bu yıl, Kumluca’ya yeniden gidişiydi.
* * *
Babasının anlatımına göre Berivan, ne iş yapsa hevesle yapardı.
Portakal toplarken de çok hevesliydi.
“Bahçede 3-4 kişi gibi çalışıyordu, kıyamıyorduk, ara ver diyorduk” diye anlatıyor babası.
Berivan, okula gidemediği için üzgündü, mahallesinden ayrıldığı için üzgündü, arkadaşlarıyla oynayamadığı için üzgündü.
Babası da annesi de üzgündü. Şöyle anlatıyor babası:
“Bir taraftan üzüntü duyuyordu. İmkansızlık yüzünden geliyordu buraya, o da biliyordu. ‘Ben kardeşlerime bakıyorum’ diyordu. ‘Ben çalışıyorum onları büyüteceğim, onlar okusun’ diyordu. Çocuktu ama çok akıllıydı. Öyle teselli ediyordu kendisini.”
Yaşayamadığı hayatını kaybetmeden bir iki gün önce babasına, “Benim bir haftam kaldı, değil mi baba?” diye sordu.
Babasının niyeti 3-4 hafta daha çalışıp dönmekti Viranşehir’e.
Buna rağmen Berivan’a, “Evet kızım” dedi.
Hortumun Antalya’yı vurduğu gün, Berivan erkenden bahçeye inmişti.
Hortumu ne bilsin Berivan, geldiğinde gözlerini dikti, ayıramadı.
Herkes bir ağaç altına kaçarken öylece kalakaldı.
Hortumun savurduklarının küçük bedenini savuracağını anlayamadı.
Zaten hiçbir şey anlayamadı.
Viranşehir’e küçük bir tabutta döndü.
Okurken kimilerinin çaresizliği anlamadan “On çocuk niye yapmış, çocukları niye çalıştırmış, zaten başka ne beklenir?” diye dudak bükebileceği, babası, suçlulukla, perişan:
“Kendimi mi öldüreyim? Okulda olsa böyle olmazdı. Ben istemiyor muydum? Çok istiyordum. Hamallıkla büyüttüm. Irgatlık yaptım büyüttüm. Sonra, çaresiz kaldık, hiç çare bulamadık. Bakar bakar üzülürdüm. Belki de biraz para biriktirsem farklı olur diye düşünürdüm. Ne parası, yemeğe yetmiyordu. Sigorta yok, güvence yok, yemek yok, ilaç yok. Yok. Bir gün çıkma tarlaya ödemedikleri ücreti keserler, şikayet et işten atmakla tehdit ederler. Ne yapacağız? Mecburen hayatı böyle sürdürüyorduk.”
Yaşasa yaşamı neye benzerdi, hangi çaresizlikle nereye savrulurdu, bilemeyeceğiz.
Çok sevdiği Viranşehir’deki sarı sıcak bir kum fırtınası vurmuş gibi dağılmıştı zaten daha şimdiden bütün günleri.
* * *
Verilere göre Türkiye’de mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan çocuk sayısı 500 bine yakın.
Bunların yüzde 60’a yakını haftanın 7 günü, günde 9-11 saat çalışıyor.
Yılın 4 ayı tarlada olduklarından okul şansları yok.
Belki doğdukları coğrafya kader, belki doğdukları aile, ancak yaşadıkları gerçek kaderle değil sınıflarıyla ilgili.
Çocuk işçi çalıştırmanın normalleştirilmesiyle, devletin uymayı taahhüt ettiği sözleşmelere uymaması ile ilgili.
Gittikleri kentlerde dışlanan, güvencesiz çalıştırılan mevsimlik işçileri, yavaş yavaş yerlerini bıraktıkları insanlık dışı ücretlere çalıştırılan Suriyeliler’i, çocuk işçileri, yaşamak şansı bulmayan çocukları yine unutacağız elbette.
Berivan da gitti.
Bir süre sonra ve yeni bir çocuk ölene kadar anımsamayacağız, diğerleri gibi.