Gökçer Tahincioğlu

30 Haziran 2019

"Kırmızı gül buz içinde”

Sırrı Süreyya Önder “Mutluların mutsuzlara borcunu ödemesi” için gençliğinden bu yana, kimsenin de kılına zarar vermeden, bedel ödeyerek geçiriyor ömrünü.

Henüz 8 yaşındaydı Adıyaman’ın tek sosyalisti babasını kaybettiğinde.

Türkiye İşçi Partisi’nin tabelasını Adıyaman’a asan; parti örgütünü de aile efradından kuran babası, kentin tek Nurcusu olan adamın kardeşi ile evlenmiş, ailenin yaşamı, ya babanın ya dayının cezaevinden çıkmasını beklemekle geçmişti.

Babası ölünce, kentin tek fotoğrafçısına çırak girdi. Cümlelerine yansıyan büyünün kaynağı, kadrajdan dünyaya bakarak, bütün o detayları objektiften görebilmesinde gizliydi.

Başka dükkanlarda çıraklık yapan akranlarının görünmez emekleri silinir giderken bir sevilmez ter gibi yeryüzünden, o Adıyamanlılar’ın bir fotoğrafa saklamak istedikleri hayatlarını ölümsüzleştirdi.

Kentin 15-20 Türkmen ailesinden birine mensup olması da okuduklarına eklenince, hem ötekilerin dilini, hem öteki olmanın ne anlama geldiğini kavradı.

Daha çok para kazanması gerektiğinde, büyülendiği fotoğrafçılığı bırakıp, lastikçiye girdi. Bir yandan okuluna devam ediyordu. Artık dünyaya iyiden iyiye başka bakıyordu.

Maraş katliamı olduğunda, insanların vahşice öldürülmesini Adıyaman’da protesto eden bir avuç lise öğrencisinden biriydi. Arkadaşlarıyla birlikte gözaltına alındığında, bir çocuğa bile hoşa gitmeyen sözler söylediğinde neler yapılabileceğini gördü, işkencenin o izi geçse de kalan acısını iliklerine kadar hissetti.
                                                        * * *

Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Hissettiklerini, yıllar sonra, “Bir insanın hayatını kırabilecek en önemli şey muazzam bir haksızlığa uğramışlık duygusu. Bunu canıyla ödeyen insanların yasına ortak olduk diye muazzam bir haksızlığa uğradık” sözleriyle özetledi.

Üniversite sınavına girdiğinde, çalışmak zorunda olduğu için devam mecburiyeti bulunmayan Ankara Siyasal tek tercihiydi.

Fukaralığın ne demek olduğunu ve nerelere kadar uzanabildiğini okula gelince anladı. Sadece pilav ya da sadece fasulyenin piştiği bir evden geliyordu ve fasulye-pilav ve tatlının aynı öğünde yenildiğini gördüğünde şaşırdı.

Zehirli Ankara havasının öldürdüğü kuşları temizleyen çöpçülerin görüntüsüne duyduğu şaşkınlık, insanların cansız bedeninin de aynı şekilde sabahları temizlendiğini görünce yerini öfkeye bıraktı. Politik faaliyetlere başladı. 12 Eylül öncesi birisinin politik faaliyette bulunup da aranmaması zaten imkansızdı.

“Adıyaman’dan bile geri” diye sıfatlandırdığı NATO Yolu ve Ege Mahallesi’nde geçirdi günlerini. Gecekondu ağalarına karşı çıktı, arkadaşlarıyla yoksullara gecekondu yapacakları arsaları bulmaya başladı.

12 Eylül geldiğinde, gündüz gecekondu bölgesindeydi, gece pavyonda saz çalıyordu.

                                                                   * * *

Afişlerle aranmaya başladı. Altındağ’da, bir dağ yamacındaki gecekonduda saklandı. Birlikte geçmişte işkence gördüğü hemşerisinin ihbarıyla yakalandı. Bir yılbaşı gecesiydi ve polisler işkenceye başlamadan hemen önce dansöz Nesrin Topkayı’yı seyre dalmıştı.

Ankara Emniyeti’nde 105 gün işkence gördü. Oradan Mamak’a götürüldü. Bütün yaşamı boyunca gördüğü işkencenin çok daha fazlasını Mamak’taki “kafeste” gördü.

Yıllarca hapis yattı, çıktı, yapmadığı meslek kalmadı.

Sözünü söyleyebilmenin, dinlemeyen insanlara anlatabilmenin anlamını kavramıştı.

Sinemayı yol seçti, kadrajdan dünyayı görmenin büyüsü yeniden iş başındaydı.

Filmler çekti, senaryolar yazdı, sözünü söyledi.

Yetmedi, bedel ödemek pahasına yeniden siyasete döndü. Vekil oldu, “çözüm süreci” adı verilen süreçte, “devletin izniyle” İmralı’ya gitti, kendi deyimiyle, “dünyanın en büyük sözlerini söyleyen insanların yüzyıllardır yaşadığı ama aynı zamanda birini düşman ilan etmeden yaşamayı bilmeyen insanlara ev sahipliği yapan” bu topraklarda “herkesin incir zamanında incir yiyebilmesi” için çalıştı.

                                                             * * *

Sevmeyeni, yolunu beğenmeyeni, sözünü itici bulanı, yanlış insanlarla yan yana olduğunu ya da en doğru yolu tutturduğunu düşünenler olabilir.

Mesele bu değil.

İstenildiği kadar alt alta sıralansın sloganlar ve büyük bölümü haklı kalpten yaralanmalar.

Bütün bunlar olmasın diye, bedelinin ne olduğunu da bilerek sorumluluk almıştır Sırrı Süreyya Önder.

Vekil maaşını alıp, oturduğu yerden söylendiğinde coşkuyla alkışlanan ancak yaşamaya dair hiçbir nefes sunmayan konuşmalar yapabilecekken, yeniden cezaevine girebileceğini, yok sayılabileceğini ve hatta öldürülebileceğini bile bile, “ben yeterince bedel ödedim” bile demeyerek almıştır.

                                                        * * *

Selahattin Demirtaş ile birlikte yargılandığı davada yaptığı bir konuşma “terör örgütü propagandası” sayıldığı için 3 yıl 6 ay hapis cezası verilerek yeniden cezaevine konuldu Önder.

AİHM’nin Demirtaş’ın tutukluluğunu haksız ve siyasi bulması üzerine alelacele kesin hükme bağlanan dava sonunda Kandıra Cezaevi’nin yolunu tuttu, gitti, “teslim oldu”.

Davaya konu konuşmasında, “HDK olarak” sözleri tutanağa “HPG olarak” diye geçirilmiş, “Türkiye’yi gülistana çevireceğiz” sözleri “kabristan” diye değiştirilmişti. Yeniden dinlenmesini istedi, yetmedi.

Sonradan kullandığı “Kürdistan” ifadesi bazı davalarda suç sayıldı, iktidar tarafından kullanılınca dosyalar kapatıldı, “suç değil” denilerek. Kimsenin bilmediği bir akademisyen, yıllardır avukatların bile gidemediği İmralı’ya kadar gidip, sonrasında mektup getirip, mektubun anlamını herkesten daha çok bildiğini söyleyerek yorumlar yaparken, siyaset, buna göre ne yapılacağını HDP’den ve seçmeninden daha iyi bildiğini düşünüp sonradan hemen ‘unutacakları’ açıklamalar yapabiliyorken, yatıyor cezaevinde öyle doğal kabul edilerek.

                                                         * * *

Yıllar önce İbrahim Kaypakkaya’yı anlattığı, adını da Kaypakkaya'nın yaşamını anlatan Emrah Cilasun'un “Kırmızı gül buz içinde” belgeselinden alan yazısında ‘Kaypakkaya, yoksulların gönlündeki gülistanda ‘ser verip sır vermeyen yiğit’ olarak yatmakta’ demişti.

Kızı da babasının yoksulların gönlündeki gülistana girmek için yaptıklarını sosyal medyada paylaştığı kısacık bir mektupta anlattı.

“Neden orada biliyorsunuz. 12 Eylül’de neden tüm gençliğini hapiste tükettiyse ondan. Kendi deyimiyle ‘o tozların getirdiği çamurdan’. Bir de mutsuzluğa karşı hissettiği borcundan… Çünkü babamdan en çok duyduğum cümle, ‘mutlunun mutsuza borcu var’ oldu hayatım boyunca…” demişti sadece Ceren Önder.

Babası haksızlığa uğramış bir evladın, özlem dolu haykırışının altına yazılan yorumları tek tek söylemeye gerek yok.

Anlama gayreti zerre gayreti olmayanların yazdığı, ezberden başka manası ve hayrı olmayan sloganlar, küfür, kıyamet.

Ama biliyordu elbette ve o yüzden, “Sevene de sövene de selam olsun” diye bitiriyordu mektubunu Ceren Önder, biliyordu babasının gönlünü.

Önder’in birisi tarafından savunulmaya da ihtiyacı yok.

Cezaevi bu, alışık, yatar ve çıkar elbet.

Ama bilinmelidir ki “Mutluların mutsuzlara borcunu ödemesi” için gençliğinden bu yana, kimsenin de kılına zarar vermeden, bedel ödeyerek geçiriyor ömrünü.