Gökçer Tahincioğlu

31 Ekim 2020

Gerçek

Kişisel ya da toplumsal felaketler, ne kadar çaresizliğini ve küçüklüğünü yüzüne vursa da ilk şoku atlattıktan sonra alıştığı dünyanın düzenini sürdürmek istiyor herkes

İzmir'deki deprem felaketinin hemen ardından yaşananlar, çok tanıdıktı. Yirmi yıl öncesinden, on yıl öncesinden, beş yıl öncesinden, bir yıl öncesinden tanıyorduk yaşananları…

* * *

17 Ağustos 1999'daki büyük Marmara depreminin acıları henüz tazeyken, yeryüzü, kırılgan varlığımızı Düzce depremi ile yeniden anımsatmıştı.

12 Kasım'daki depremin hemen ardından, yeniden yollardaydık.

Marmara depreminin görüntüleri tazeyken, henüz toprağa verilen insanların mezar taşları bile yapılmamışken, depremde evlerini kaybeden insanlar başlarını sokabilecek dört duvar bulamamışken, Düzce, Bolu ve çevresi yeniden yıkılmıştı.

Düzce'de, Kaynaşlı'da, Bolu'da caddelerin, sokakların bir bölümü tamamen yok olmuştu. Adres yoktu, binalar yoktu, evler, dükkânlar yoktu.

Dün yaşanan İzmir depreminin ardından...

Depremin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra, bazı yıkılmış ve artık insan kalmadığı kesinleşmiş binaların enkazının üzerinde birtakım insanlar belirlemeye başladı. İtinayla betonu kazıyorlar, moloz yığının arasından bazı eşyaları çıkartmaya çalışıyorlardı.

İlk akla gelen, o binada depremden önce yaşayanlar olduklarıydı. Kendilerine ait bir defter, bir tabak, belki bir kolye arıyorlar diye geçiyordu insanın içinden.

Öyle olmadığını, o bölgede oturan, yaşlıca bir Düzceli anlatmıştı:

"Bunlar geçen depremde de böyleydi. Yıkılmış binaların içinde, değerli eşya arıyorlar."

O binalar, 17 Ağustos depreminde hasar almış, belediye ve valilik tarafından onarılmadan oturulamayacağı rapor edilmiş yapılardı.

Ancak çatlaklara iki sıva atılmış, raporlar gizlenmiş, eylül döneminde kente gelen öğrencilere kiralanmıştı.

Birçok öğrenci, Düzce depreminde, deprem olmasa bile yakın zamanda yıkılacağı neredeyse kesin olan binalarda yaşama veda etti.

Ve ne gariptir, o binaların enkazında, öğrencilerden, belki eski komşularından, arkadaşlarından kalan değerli eşyaları arayanlar da yine depreme maruz kalmış insanlardı.

* * *

İnsan, hakikatini unutmaya meyilli, edepsiz ve garip bir varlık.

Kişisel ya da toplumsal felaketler, ne kadar çaresizliğini ve küçüklüğünü yüzüne vursa da ilk şoku atlattıktan sonra alıştığı dünyanın düzenini sürdürmek istiyor herkes.

Kısa yoldan zenginleşmek isteyen yine bunun peşinde koşuyor, servet avcıları servet peşinden, hayatını insanlarla dayanışmaya adayanlar yine bildiğini yapıyor, sadece oturmakla günlerini geçirenler, yine oturuyor bildikleri gibi.

Ama hayat sonsuz değil.

Deprem ya da bir başka doğal felaket ya da yoksulluk ya da bir virüs, size bunu fırsatını bulur bulmaz fısıldıyor. Anlamasanız da orada olduğunu söylüyor.

* * *

Bakmayın siz her felaketten sonra ortaya çıkıp da dinsizlikten, imandan, şundan bundan bahsedenlere.

İnsanlar gibi toplumlar da aslında kendiyle ilgili her bilgiye sahip.

Herkes kendini de toplumu da biliyor.

Dinsizliğin değil, aç gözlülükle yapılmış binaların can aldığını, sadece Japonya'nın değil, milli geliri çok daha düşük olan Güney Amerika ülkeleri başta olmak üzere, deprem kuşağında yer alan her ülkenin depreme dayanıklı binalar yaptığını, bunun o kadar da ileri teknoloji gerektirmediğini, bütün bunlar tartışıldıktan sonra ilk felakete kadar yüzeysel önlemlerle konunun geçiştirilerek, "bize bir şey olmaz" denileceğini, servet düşkünlüğünün, kısa yoldan çok para kazanma merakının günün sonunda galip geleceğini biliyor herkes.

Alışmaya meyilli bir memleket burası. Hiçbir şey şaşırtmıyor artık insanları.

Geçmiş olsun dilekleri, "yanınızdayız" mesajları, iktidara ya da muhalefete yönelik söylemler…

Düşünün, koca bir memleket, ekmeğe muhtaç birilerinin olup olmadığını ciddi ciddi tartışıyor.

Elbette var, görmüyor mu görüyor, ekmeğe muhtaç olmanın mecazi anlamda kullanıldığını da ve üstelik somut anlamda muhtaç olanların var olduğunu da biliyor herkes.

Ancak bir düzenin sürmesi gerekiyor.

Zenginin daha da zenginleşmesi, daha da büyümesi, birilerinin sadakalarla yaşaması ve sadaka verenlerin sonsuz vicdan rahatlaması ile ne yapmayı biliyorsa onu sürdürmesi…

Birilerinin düzenin sürmesi ile ilgili verdiği kararların acısını, hiçbir sorumluluğu olmayan insanlar çekiyor.

Depremde yakını kaybediyor, yaşamını kaybediyor, biriktirdiklerini kaybediyor… Deprem olmasa açlıkla, yoksullukla mücadele ediyor.

Dönüp duruyoruz aynı dairenin içerisinde.

Ama hayat sonsuz değil… Ve dünya bu sırrı fısıldıyor her fırsatta işte, insan öğrenmek istemese bile...