Gökçer Tahincioğlu

15 Şubat 2024

Adnan Oktar dosyasının unutulanları: El öpenler, vazgeçenler ve Deniz Kuvvetleri’nin işkence suçlaması

Fincancı dışında verilen raporlar, şikâyet başvuruları da görmezden gelinmiş. Misal, çok ciddiye alınan, hatta davaya dönüşen bir işkence başvurusu daha var. İhbarda bulunan bir kişi değil, kurum; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı…

Günlerdir Adnan Oktar’ın 1999’da yapılan operasyondan nasıl kurtulduğu, örgütün faaliyetlerine nasıl devam ettiği tartışılıyor.

Türkiye’de şaşırtıcı olan bunların tartışılması değil, bütün olan bitenlerin unutulup, bir sabah, zaten iyi bilinen konuların sansasyonel bir biçimde gündeme getirilip, birileri suçlu ilan edilirken, birilerinin bundan ciddi menfaatler elde etmesi. Kimi zaman itibar, kimi zaman para…

Ve meseleleri hemen herkesin ideolojik kamplaşmalarla okuması. Kim kimin kampına düşerse, yok ediliyor. Temel değerler, etik bütünüyle devre dışı.

140journos'un "Adnan" belgeseli

140journos'un "Adnan" adlı belgeselinin ikinci bölümünde de Türkiye, nedense yeniden eski TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı'yı anımsadı. Yıllarca örgüt adına çalışan, onlarca kişinin bu örgütün ağına düşmesine yol açan bir eski örgüt üyesi, zaten “işkence” sözcüğü ile meselesi bulunan bir polis şefinin anlatımları üzerinden Fincancı, Adnan Oktar grubunu kurtaran kişi ilan edildi.

Üstelik Fincancı’nın yanıt hakkını kullanmadığı notu düşülerek… Kanıt olarak da sonradan, Fincancı’ya gönderilen mail paylaşıldı. Karanlığa bir mail atılması, muhatapla konuşmanın bile denenmemesi yeterliymiş… “Biz gazetecilik iddiasında değiliz” denilince, bütün bunlar yapılabiliyormuş.

Yıllardır bin ayrı dosyada verdiği işkence raporları dikkate alınmayan, görmezden gelinen Fincancı da şaşırmıştır mutlaka raporuna devletin verdiği kıymete…

***

Ama böyle mi oldu gerçekten…

1980’lerden bu yana sürekli gündemde olan, aynı eylemleri tekrarlayan ve mutlaka bu eylemleriyle gündeme gelen Oktar’ın ve yapılanmasının kurtulmasını tek bir işkence raporu mu sağladı.

Sormaya şuradan başlanabilir…

Belgeselin ilk bölümünde gündeme gelen, “kedicikler” meselesi 1990’ların başından itibaren tartışılmışken, bir sürü kadın bu yapılanmanın hayatlarını nasıl etkilediğini anlatırken, harekete geçilmesi için neden 1999’a kadar beklendi?

Tıpkı Gülen dosyası gibi… Sürekli gündemde, neler olup bittiğini herkes biliyor ancak herkes susup suçlu arıyor.

***

1999’da yapılan operasyondan sonra yaşananlar ise ilginç elbette. Fincancı’nın verdiği raporla davanın bittiği iddiasında bulunanların bunları neden anımsatmadığı da öyle…

Operasyon bir süre sonra Oktar’ın bir numaralı sanık olduğu, 36 sanıklı davanın görülmesine İstanbul 1 Nolu DGM’de başlandı.

7 Nisan 2000’de yapılan ilk duruşmayı çok sayıda gazeteci de takip ediyordu. Sansasyonel, ünlülerin isminin geçtiği, devlet yetkililerinin de şikayetçi sıfatıyla davaya katıldığı bir davaydı ve ilgi büyüktü.

O dönem duruşmaları yakından izleyen, dönemin Milliyet muhabiri Semra Pelek, yaşananları, sonrasında olanları derleyerek, bir kısmını kamuoyu ile de paylaştı. Pelek’in gözlemleri ve yaptığı derleme ilgi çekici.

Kasım 1999’da tutuklanan Oktar hakkında, bugün olduğu gibi, yüzlerce yıl hapis cezası talebinde bulunulmuştu ve savcının en önemli kanıtı Oktar ve arkadaşlarının ifadeleri değil, şikayetçilerin anlatımları, baskınlarda ele geçen materyallerdi.

***

Yargılama süresince tam 17 kişi, şikayetini geri çekti. Aralarında, dönemin DYP Milletvekili Celal Adan, eski bakan Mehmet Ağar’ın da bulunduğu isimler, şikayetçi olmadıklarını söylediler.

Bu kadar ağırlıklı isimler vazgeçerken, diğerlerinin kalabilmesi mümkün mü?

Ardı ardına tahliye kararları verilmeye başlandı. Bu kadar ağır hapis cezası talebine rağmen, birkaç ay sonra davada sadece Oktar ile sağ kolu olduğu söylenen Fırat Develioğlu tutuklu kalmıştı.

Ve ortada ne Fincancı’nın verdiği işkence raporu ne de bir başka rapor vardı.

5 Ağustos 2000 tarihli Milliyet gazetesi

***

Pelek’in derlemesinde yer alan ilginç bir haber var… Dönemin ana akım gazetelerinde, “Adnan Hoca’yı mankenler kurtardı” başlığıyla yer almış.

Şunlar yazıyor Ağustos 2000’de yapılan duruşmanın haberinde:

“İstanbul 1 No'lu DGM'deki duruşmaya tutuklu sanıklar Oktar, Develioğlu ile tutuksuz sanıklar katıldı. Duruşmaya ayrıca müşteki taraf olan gazeteci Fatih Altaylı ile mankenler T.D., S.P ve diğer müştekiler G.A., İ.U., M.V., S.K., ve H.C.A geldi. Oktar ve müritlerinin yargılandığı Organize Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu'nun uzun yıllardır uygulandığı İtalya'dan gelen bir heyet de duruşmayı izledi.

Oktar ve çetesi hakkında haber yaptığı için tehdit edildiğini söyleyen Altaylı duruşmada sanıklardan şikayetçi olduğunu söyledi. Ancak diğer müştekiler şikayetlerinden vazgeçti.”

Polisteki ifadesinde nasıl istismara uğradığını detaylarıyla anlatan manken T.D., duruşmada, “Bu insanlardan herhangi bir zarar görmedim o yüzden şikayetçi değilim. Emniyette Adnan Bey ile yatmadığımı söyledim ama beni dinlemediler. Çok ağladım. İfadem kamuoyuna yansıdı rezil oldum, ailemin yüzüne bakamadım" demiş.

Polis ifadesinde Oktar’ın Kandilli’deki evinde uğradığı cinsel istismarı anlatan manken S.P., duruşmada "Ben hiç şikayetçi olmadım ama öyleymişim gibi gösterdiler" diye açıklamış durumunu.

Mahkeme, duruşma sonunda, şikayetlerin geri çekilmesini gerekçe göstererek, Oktar ve sağ kolunu da tahliye etmiş.

Şöyle diyor haberde:

“Tutuklu sanığın kalmadığı duruşma sonunda tahliye sevinci yaşanırken, şikayetlerini geri çeken bu iki manken Adnan Oktar’ın annesinin elini öptü. Oktar'ın annesi, 'Oğlumun serbest kalacağını bilseydim nişanlısını da getirirdim' diyerek sevincini ifade etti.”

***

Belgeselde de açıkça belirtiliyor. Fincancı, Oktar ve sanıklar hakkında, tam 7 yıl sonra bir işkence raporu hazırladı ve bulgularını paylaştı. Hatalı olabilir, eksik olabilir, bütünüyle doğru olabilir ama geçen uzun bir zaman ve artık anlamını yitirmiş bir dava varken…

Oktar’ın tahliyesine dönelim. Birkaç ayda cezaevinden çıkan Oktar’ın davası nasıl devam etmiş, bir bakalım.

Tahliyelerden sonra yaklaşık üç yıl daha İstanbul 1 No’lu DGM’de görülmesine devam edilen dava mahkemenin, 12 Eylül 2003’te verdiği, “görevsizlik kararı” üzerine İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Bu aynı zamanda suçun vasfının değiştiğinin, mahkemenin bu görüşe vardığının göstergesi. Bunun için mahkeme neden üç yıl beklemiş, muamma…

Tıpkı insanların şikayetlerini neden geri çektiklerinin bilinmemesi gibi…

***

İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden yargılama da ilginç. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Orhan Erbay, esas hakkındaki görüşünü açıklarken, yaşanan ilginç süreci şöyle özetliyor:

-Dava İstanbul 1 Nolu DGM’de sürerken, mahkeme heyetinin reddedilmesi üzerine heyet davadan çekiliyor.

-Bunun üzerine davaya bakmaya başlayan İstanbul 2 Nolu DGM, dosyayı "görevsizlik kararı ile İstanbul 3 Nolu DGM’ye gönderiyor.

-İki mahkeme de davaya bakmak istemiyor. Uyuşmazlığı inceleyen Yargıtay 5. Ceza Dairesi 3 Nolu DGM’nin görevli olduğuna karar veriyor.

-Suç, DGM kapsamından çıkınca, dosya İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geliyor.

-İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, dava konusu olayların Adnan Oktar’ın Silivri’deki villasında geçtiği gerekçesiyle "görevsizlik kararı" vererek dosyayı Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderiyor.

-Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi, Beykoz’daki villanın alanında kalmadığını belirterek, dosyayı Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderiyor.

-İki mahkeme de dosyaya bakmak istemiyor. Yargıtay yeniden devreye giriyor. Görev uyuşmazlığının giderilmesi amacıyla dosyayı tekrar inceleyen Yargıtay, davaya bakmakla İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevli olduğuna karar veriyor.

-Sanık avukatları, ‘görevsizlik kararı’nda geçen bazı cümlelerden dolayı İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin reddini istiyor ve ne hikmetse başka davalarda görülmedik biçimde bu heyet de davadan çekiliyor.

-Dosya bu kez İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gidiyor. Bu mahkemenin bankacılık suçları konusunda, 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ise kaçakçılık suçları konusunda ihtisas mahkemesi olması nedeniyle dosya, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderiliyor.

-Mahkeme, davaya ilişkin ilk incelemesini 23 Haziran 2004’te yapabiliyor.

***

Garip değil mi, 4 yıl boyunca sadece bunlar yaşanıyor. Bu süreçte Oktar zaten özgür, tahliye edilmiş durumda. Boy boy ilanları iktidara yakın gazetelerde yayımlanıyor. Eski hayatını yeniden inşa ediyor.

İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi, 24 Ekim 2005’te Oktar ile 34 sanık hakkındaki dava dosyasının, zamanaşımı nedeniyle düşmesine karar veriyor. Zamanaşımı ile davası düşmeyen 6 sanığın dosyasını ayırarak. Bu 6 sanık da 2007’de beraat ediyor. 5 Ocak’ta… Sadece yakalanmayan bir sanığın dosyası sürüyor.

Ancak Yargıtay zamanaşımı kararını bozunca, dosya yeniden İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geliyor. 9 Mayıs 2008’de Oktar ile kalan 17 sanık hakkında karar veriliyor. Oktar, sadece 3 yıl hapse mahkûm ediliyor. İnfaz yasasına göre yeniden yatması bile gerekmiyor.  Zaten temyiz süreci de yıllar sürüyor.

Duruşmaları takip eden gazeteciler yıllarca tehdit ediliyor. Bu yapılanmanın çevresindeki kadın ve erkeklerin mesajları ile boğuşuyor.

Altaylı dışında şikayetini geri çekmeyen, tanınan tek kişinin bile kalmadığı bir dosya haline geliyor Oktar dosyası.

***

Ancak bununla sınırlı değil olanlar.

İşkence iddiası var malum… Belgeselde nedense bütün bu süreç, davaya yönelik etkiler, siyasi baskılar, tehdit ve şantajlar, şikayetini geri çekenler “unutulmuş”, sadece bu iddiaya odaklanılmış. Ancak ona da eksik bakılmış…

Öncelikle dosyada 1999’da şüphelilere işkence yapıldığı konusunda birçok şikâyet başvurusu var. Verilen birçok rapor da mevcut.

Zaten 90’lı yıllar boyunca aslında şubeden geçen hemen herkes bu iddiada bulunuyor. Özellikle solcu öğrenciler arasında işkence görmediğini söyleyen tek bir kişi bile yok. Yeni Şafak operasyonu olarak anılan operasyonda gözaltına alınanların işkence iddiaları da zaten biliniyor. Bu öğrencilere verilen darp ve işkence raporları bir kere bile itibar görmemiş ama Oktar’ınki görmüş nedense… Ve o dönemde işkence var mıdır yok mudur, bir sır mıdır? İlgili herkes hakikati ve kullanılan yöntemleri de biliyor…

Adnan Oktar

Fincancı dışında verilen raporlar, şikâyet başvuruları da görmezden gelinmiş.

Misal, çok ciddiye alınan, hatta davaya dönüşen bir işkence başvurusu daha var.

İhbarda bulunan bir kişi değil, kurum; Deniz Kuvvetleri Komutanlığı…

Operasyon kapsamında gözaltına alınanlar arasında o sırada askeri görevini yapan, izinli olarak ayrıldığı dönemde gözaltına alınan bir isim daha var.

Emniyetten serbest bırakıldıktan sonra kışlaya dönen bu kişi, daha sonra fenalaşıp Kasımpaşa Askeri Hastanesi’ne sevk ediliyor. Hastane, işkence iddiasını kayıt altına alarak, 15 günlük rapor veriyor.

Buna göre askeri savcılığın işlem yapması zorunlu. Soruşturma başlatılıyor.

Ancak 1999’da operasyonu yapan Adil Serdar Saçan ve görevli polislerle ilgili açılmış bir işkence davası daha var. Bu davada da çok sayıda doktorun verdiği raporlar esas alınmış.

Askeri savcılığın hazırladığı evrak, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davayla birleşiyor. Mahkeme, bu dava kapsamında istirahat raporunun orijinalini istediğinde garip bir durum çıkıyor ortaya. Hastane, o kişinin hastanede tedavi görmediğine yönelik bir yazı gönderiyor mahkemeye. Yazıda başhekimin imzası var.

Bir anda işin içine Ergenekon davası da giriyor. Saçan’ın telefon dinleme tutanakları inceleniyor ve başhekimin yakın akrabasının Saçan’la bağlantısı bulunuyor. Saçan’ın bu yolla sahte yazı oluşturduğu iddia ediliyor. Ve bu ayrı bir davaya dönüşüyor. Başhekim, yakın akrabası, Saçan ve bir kamu görevlisi daha bu davada sanık.

***

Bütün bu davalar yıllarca devam etti. Bir bölümü zamanaşımı, bir bölümü beraatle bitti. Davaların bitmesi 2018’i buldu.

Gülen cemaatinden Oktar grubuna, siyasilerden bürokratlara, gazetecilerden mankenlere kadar adı geçmeyen, etkide bulunmayan kalmadı bu davalarda.

Oktar grubuna 2007’de bir operasyon daha yapıldı, önceki operasyonun davası bitmeden. Suçlamalar aynıydı, bugün yapılan suçlamalardan gram farkı yoktu. 25 yıldır aynı…

Türkiye garip bir ülke. İnsanlar önyargılarla, suçlanan kişiyi sevip sevmediklerine göre hareket ediyor her meselede.

Fetullah Gülen hakkında ilk iddianameyi hazırlayan DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in dosyasında, sonradan açılan davalarla birebir örtüşen kanıtlar vardı. Bu dava, beraatle sonuçlandı ve kimse ağzını açmadı.

Yıllarca işkencecileri koruyan, solcu öğrencilere yapmadığını bırakmayan, işkencede ölümü aklamaya çalışan Yüksel, bütün bu eylemlerinden değil, Gülen iddianamesi nedeniyle cezalandırıldı ve bir kaset komplosu ile neye uğradığını şaşırdı. Koltuğunu, etkisini bütünüyle kaybetti. Gülen dosyasında mağdur, diğerlerinde suçluydu.

Bütünü bulmak, bütünüyle savunmak mümkün değil.

Ama bakılacaksa, Türkiye’de neden gerçek suçlular 40 yıl aynı eylemleri yapıp ayakta kalabiliyor, sonra ne oluyor da aniden operasyonlara uğruyor, bu suç alanını bu gruplara kim sağlıyor, önce buna bakılmalı.

Tam bir hukuk devleti varmış da işkence önemseniyormuş gibi yapmaya lüzum yok. Bu memlekette işkencenin hoş görüldüğünü, gerekli bulunduğunu, cümleye “işkence insanlık suçudur ama” diye başlayan herkes gayet iyi biliyor…

Gökçer Tahincioğlu kimdir?

Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.

Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.

Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. 

İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.